yalovahabercihabergazetegündemgüncelson dakikaenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhpak parti
DOLAR
34,4590
EURO
36,3651
ALTIN
2.960,55
BIST
9.295,20
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Yalova
Parçalı Bulutlu
20°C
Yalova
20°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Hafif Yağmurlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Az Bulutlu
11°C

YALOVA’NIN İŞGAL YILINDAKİ VAZİYETİ

18.07.2023 15:42
0
A+
A-

 

Yalova’nın işgal yıllarını bizler 100 yıl sonrasından gözlemleyip değerlendirmelerde bulunuyoruz. 24-25 Mayıs 1921 tarihinde Arnold Toynbee eşiyle birlikte, Uluslararası İnceleme Kurulu arasında, Yalova’da bulunuyordu. Bayan Toynbee, gördüklerini günlüklerine yazarak daha sonra da bunları yayımlamıştı.  İSTİKLAL HARBİ DÖNEMİNDE BATI ANADOLU’DA YUNAN ZULMÜ, 1921 (Arnold Toynbee’nin eşi Bayan Rosalind Toynbee’nin İzlenimleri) Bu günlükleri Polis Akademisi Araştırma Görevlisi Dr. Mustafa Çufa Türkçe’ye çevirmiş. Ben de yorumsuz olarak sizlerle paylaşıyorum. Sadece bir ayrıntıya dikkat çekip mekân belirlemesi yaptıktan sonra konuya geçelim. Anıların yazıldığı yer bugünkü Kent Müzesi’nin olduğu yerde bulunan Yalova Hükümet Konağı’dır. Yani resmi dairelerin olduğu binadır. Aynı zamanda işgal güçlerinin karargâhı olarak bu binada 11 ay Yunan bayrağı dalgalanmıştır. Şimdi sözü Bayan Toynbee’ye bırakalım…

………………..

..”Gemlik katliamının ve tahrip edilen köylerin sayısını kendisinden alamadım, fakat tahminen Yalova bölgesi katliamı ve tahribatıyla aynı orantılıdır, ama daha büyük alanda ve daha büyük miktarda. Yalova bölgesinde M. Gehri’nin rakamlarına göre 6 hafta önce 16 Müslüman köyü varken şu anda birkaç köy mevcut. 6 hafta önce Müslüman nüfus 7.000 iken şu anda hayatta kalabilen tahminen 1.500 ya da daha az kişi. Buna göre son 6 haftada sadece bir bölgede 5.500 civarında Müslüman öldürülmüş demektir. Bu bölgede şu ana kadar hiçbir askeri operasyon olmamıştır. Bu operasyon mahalli Rum nüfusun bir kısmından oluşan ve Yunan ordusuyla işbirliği yapan profesyonel eşkıyaların da katıldığı, silahlandırılmış Rum çetelerinin organize olarak, silahsız Müslüman nüfusun toptan katledilmesi operasyonudur. Gemlik’teki çete liderlerinden biri Yalova’da meşhur bir Rum imalatçı, diğeri de yumurta tüccarıymış.

Yalova’ya saat 2 civarında vardık. Burası Devonshire sahilinin bir parçası görünümünde, sırtını küçük yeşil dağlara dayamış, güneşli, şirin, sakin görünüşlü, neredeyse terkedilmiş intibaını veren küçük bir sahil kasabasıdır. Önce askerler bir kayıkla sahile çıktılar, nöbetçi kulübesini geçtiler ve evler arasında kayboldular. Her ne kadar dürbünle, sahilden daha içeride bir evin yanında bir grup asker görünüyorsa da burası hemen hemen terkedilmiş bir görüntü arz ediyordu. Biraz sonra geri dönen kayıkla biz de karaya çıktık. Yunanlılardan tedarik ettiğimiz serbest giriş kartlarımızı nöbetçi kulübesine gösterdik ve zorlukla karşılaşmadan geçtik. Kızılay mensupları ise sahile çıkma izni için bir müddet beklediler. Nihayet onlar da izin alıp başka bir kayıkla sahile çıktılar.

Sorumlu Yunan subayı Giritli bir yüzbaşıydı ve görmesem inanamayacağım derecede haydut rolüne bürünmüş bir tiyatro sanatçısı görünümündeydi. Yüzünde o güne kadar hiç karşılaşmadığım ve bir daha hiç karşılaşmamayı ümit ettiğim apaçık ve kontrol edilemeyen korkunç bir kin vardı. Tüm resmi muameleler boyunca yüzünden kin ve öfke saçılıyor, burada hiçbir mülteci olmadığına yemin ediyordu. Bizimle beraber gelen üç subayı karşılayan teğmen, büyük bir telaş ve huzursuzluk içinde, “Burada hiçbir mülteci yok, biz uygar bir orduyuz!!” dedi. O iki gün boyunca öfkelerinden şekilden şekle giren yüzleriyle, zaman zaman bize kendilerinin müttefik, subay ve uygar insanlar olduklarını söyleyip durdular.

Yüzbaşı, bize karşı akla gelebilecek her türlü engellemeye başvurdu. Önce hiçbir mülteci olmadığını söyledi. Daha sonra sadece yakılmış köylerden (ilk defa köylerin yakıldığını kabul ediyorlardı), en sonunda da kendi listesinde işaretli birkaç köyden mülteci alabileceğimizi söyledi. Gemlik’e 10. Tümen Komutanı General Leonardhapoulos’a iki defa telgraf çekti. Telgrafa aldığı her cevaptan sonra tavırlarını daha da sertleştiriyordu. Her ne kadar sarih bir delile sahip değilsek de hiç şüphe yok ki her şeyi 10. Tümen Generali düzenliyordu. Tüm müzakereler saatlerce sürüyor, kaptan Yunancadan başka bir dil anlamıyor, bizim heyette de sorumluluk sahibi biri bulunmuyordu. Sözde sorumlu kişi oldukça iyi, fakat çok genç ve tecrübesiz bir İngiliz teğmendi. İtalyan da, hayat dolu ve oldukça iyi bir arkadaş olmasına rağmen çok genç bir teğmendi. Fransız ise daha tecrübeli ve yetenekli bir yüzbaşıydı; heyetin sorumluluğunu başarılı bir şekilde üstlenebilirdi. Fakat her nedense sorumluluk İngiliz teğmendeydi ve kendisi hem askeri polis hem de tercümanlık vazifesini üzerine almıştı. Aralarında hiçbir ihtilaf yoktu ve özellikle Fransız yüzbaşının tavrı mükemmeldi. Fakat bu, otoritenin hiçbir kimsenin elinde olmadığı anlamına geliyordu. Bu nedenle müzakereler sonsuza dek uzuyor ve karışık bir hal alıyordu. İnanıyorum ki eğer başlangıçtan itibaren ipleri elinde tutan üst rütbeli bir subay olsaydı, Yüzbaşı Papagrigoriou çoktan yola gelirdi, fakat müttefiklerin sorumluları bizi bekleyen problemleri tahmin edememişlerdi ve subaylara sadece Kızılay’a eşlik etme işinde ihtiyaç duyulduğunu düşünmüşlerdi.

En enteresan şey küçük kasabanın nüfus ve atmosferindeki tedrici değişimdi. Kasabanın sakin görünümünün dikkatli bir şekilde hazırlandığını zannediyorum. Fakat öğleden sonra hava yavaş yavaş gerginleşmeye başladı. Halk ortaya çıkmaya başlayınca etraf dolmaya, karışmaya ve berbat bir hal almaya başladı. İkinci günün akşamı ortalık sanki cehennemi andırıyordu.

Sadece Yunan subayları, askerleri ve onların yanında, müzakerelerimizin yapıldığı Hükümet Konağı’nın karşısındaki kahvehanede sürekli oturan, mültecilerin arasında dolaşan, onları korkutup tehdit eden ve Albay’a tavsiyelerde bulunan, hatta emirler veren çeteler değil, aynı zamanda Rum, Ermeni bütün Hıristiyan ahali de yarı-insan haline gelmişti. Sanki kan içen korkunç vahşi bir hayvan yüzüne sahiptiler. Bütün ahali bir deliler topluluğunu andırıyordu. Öyle bir durum ki Conrad herkesten daha iyi tasvir edebilirdi. Sanki herkes tedricen bir hayvana dönüşmüş, sadece evcilleşmemiş vahşi bir hayvan değil, aynı zamanda iğrenç, gayrı tabii ve inanılması güç bir hayvan. Bu bölgedeki Türk kadınları hâlâ Meryem Ana gibi giyiniyorlar. Uzun mavi bir entari ve yüzlerinde beyaz bir peçe, tipik İtalyan Meryem Ana heykelini andırıyorlardı. Oraya varışımızın ikinci günü bunların yüzlercesi, kucaklarında çocuklarıyla beraber saatlerce büyük bir sabırla oldukları yerde oturuyorlardı. Korkudan yüzleri kül gibi olmuştu, aşırı bir sükûnet ve sessizlik içinde duruyorlar, sadece çocuklar oyun oynuyor veya ağlıyordu. Hepsini deniz kenarında bir araya getirdik. Bazılarının sığırları, tavukları ve rengârenk yatak-yorganları vardı. Bıyıklı, bronzlaşmış, sabırlı ve çileli yüzlü erkekleri de yanlarındaydı. Bunlar Mısır’a hicret eden Kutsal Aileler’e benziyordu. Sahilin yukarısında demir parmaklıkların arkasında ise neşeli görünen, süslü giyimli, kahkaha atan ve alaylı bir şekilde bağıran ‘Hristiyan’ kadınlar vardı.

Neyse, o ilk öğleden sonraya dönelim. Resmi görevliler üst katta tartışırlarken, biz alt katta Kaymakam’ın odasında Kızılay temsilcileriyle beraberdik ve tuhaf bir komedinin hazırlanışına şahit olduk: Önde bir Bayan Toynbee’nin sözünü ettiği kişi İngiliz yazar Conrad olmalı. Önde bir Rum din adamı, arkada güllerle süslenmiş, Rum elbiseli üç kadın cesedi taşıyan bir araba göründü. Din adamını kanlı elbiseleri ve gülleri en uygun bir tarzda düzenlerken gördük. Daha fazla kan görünsün diye arabanın perdesini açmış, yaptığı işten memnun olarak ve ümitle görevlilerin bulunduğu pencereye bakarak doğrulmuştu (Bu din adamı Komisyon’un gelmesinden iki gün önce İstanbul’dan gönderilmişti ve kendisi bize Patrikhane temsilcisi olduğunu söylemişti). Sonunda cesetler arabadan çıkarıldı ve yere kondu. Albay, üç görevliyi cesetlere bakmak için dışarı çıkardı ve bunların Türkler tarafından öldürülen üç Hristiyan kadın olduğunu söyledi. Görevliler cesetleri selamladılar, fakat hiçbir yorum yapmadılar.

Türkler bize bunun bir mizansen olduğunu ve gösterilen cesetlerin de aslında Türk kadınları olduğunu söylediler ki doğruluğuna hepimiz inandık.

Çünkü…

1- Rahibin özenli bir şekilde hazırlığını kendi gözlerimizle gördük.

2- Hristiyan kalabalık gerçekten kendilerinden üç tane kadının öldürülmesi sonucu gösterecekleri tepkiyi göstermemişti.

3- Türk ahali tamamen silahsızlandırılmıştı ve oldukça emindik ki isteseler bile tam bir terör ortamında üç Rum kadını öldürmeye cesaret edemezlerdi.

Bu hadiseden sonra Albay’ın General’ine çektiği ilk telgrafın cevabını beklerken son iki köye gidip oradaki durumu görmeye karar verdik. Albay derhal itiraz etti ve yolun çok uzak olduğunu, gece yarısına kadar geri dönemeyeceğimizi, üstelik yolun çetelerle dolu, ağaçlıklı, dar bir vadiden geçtiğini, dolayısıyla emniyetimizi temin edemeyeceğini söyledi. Kendisine tatlı bir şekilde gülerek bunun kendimiz için mahzuru olmadığını bildirdik. Zaten Arnold, ben ve Gehri, bir Yunan konvoyu olmadan gitmeyi daha fazla tercih ediyorduk. Çünkü yalnız başımıza olunca oradaki durumu daha iyi görme fırsatımız olurdu. Fakat görevliler sorumluluklarının farkında oldukları için yanımıza 10 er ve 1 çavuş verdiler. Uzun bir yürüyüşle çok güzel bir sayfiyeyi geçtikten sonra nihayet Samanlı isimli ilk köye vardık. Köyün erkekleri iki sıra halinde ve her sıranın sonunda silahlı bir sivil Rum olduğu halde bizi bekliyordu. Bu silahlı Rum’un kim olduğunu sorduğumuzda hemen ‘kır bekçisi’ olduğunu söylediler. Aslında bunlar köylülere dehşet saçan, çatık kaşlı, vahşi birer çete mensubu idi. Eğer durum çok ciddi ve trajik olmasa bunlara bakan kişi gülmekten kendini alamazdı. Durumun farkına varamayan bizim küçük teğmen, etrafındaki Yunan korumaları ve çete mensubunun sert bakışları altında Rum bir tercüman vasıtasıyla köylülere soru sormaya başladı. Köylülere bizimle beraber gitmek isteyen olup olmadığı soruldu ve yalnız bir kişi olumlu cevap verdi. Bu şekilde birkaç soru daha sorarak resmi prosedüre devam etti. Bu tür işlere alışkın olan M. Gehri soruşturmanın değerini tamamıyla anlıyordu. Zannedersem Fransız Yüzbaşı da anlıyordu, fakat hiçbiri de Türkçe bilmiyordu. Arnold ile ben ise geride kaldık. Arnold herkese adını ve kaç kişilik bir aileye mensup olduğunu sorup not alıyordu. Böylece köyün yerlileri ve diğer yakılan köylerden gelenlerin sayısını tespit etmeye başladı. Biraz Türkçe konuşarak köylülerin güvenini kazandıktan sonra ‘kır bekçisi’ ve askerlere dönerek nazik bir şekilde konuştuklarımızın duyulamayacağı kadar uzak mesafeye geri gitmelerini istedik. Bize kızgın gözlerle bakarak isteğimizi yerine getirdiler. Bundan sonra halka teker teker köyde kalmayı mı yoksa bizimle beraber gitmeyi mi arzu ettiklerini sorduk. Hepsi de ızdırap içinde bir fısıltıyla gitmek istediklerini söylediler. Hepsi de bizimle beraber gelmek istiyorlardı. Daha sonra diğerlerinin yanına giderek duyduklarımızı anlattık. Bizim küçük teğmen oldukça şaşırmış ve üzülmüştü. Sonra ikinci köy olan Akköy’e yola çıktık. Giderken yolun solunda büyük, müreffeh görünümlü bir Rum köyü vardı. Akköy’de de caddelerde hiç kimse görünmüyordu, ama burada da kır bekçileri vardı. Yalnız bu seferki soruşturmamız daha sağlıklı oldu. Köyün hocası bizi evine götürdü. Kapıda bir İngiliz askeri polis beklerken biz sorulara başladık. Hoca çok vakur, sessiz ve çekingen duruyordu, fakat onu büyük bir korku içinde görmek çok üzücüydü. Kendisi Kızılay vapurunun geldiğini duymamıştı ve bizim de kim olduğumuzu ve niçin bu soruları sorduğumuzu bilmiyordu. Burada da Rum bir tercümanın dezavantajını anladık. Yine de yavaş yavaş öğrenmeye başladık ki, köyün hocası 9 gün önce öldürülmüş, kendisi de yakılmış başka bir köyden muhacir olarak gelmiş. Hocanın öldürüldüğü gece 60 kişi daha öldürülmüş. Bu nedenle tüm köy halkı büyük bir korku içinde ve buradan gitmek istiyorlardı. Kendisinden her şey dinlenilmeliydi. Hocanın kendi davranışları ve korku içindeki hali buradaki korkunç durumu söylediği sözlerden daha iyi anlatıyordu. Sonraki gün kendisini bizimle beraber götürmek istedik. Çünkü büyük bir ihtimalle bize anlattıklarından dolayı öldürülecekti. Fakat kahramanlık örneği göstererek köylülerin tümünün gitmesi mümkün değilse kendisinin de onlarla beraber kalacağını söyleyip teklifimizi reddetti

O akşam Akköy’de gördüklerimizin hepsi bu kadardı. Fakat ertesi gün İngiliz ve İtalyan teğmenler, mültecilerin toplanmalarına nezaret etmek üzere gittikleri zaman, köyün arka taraflarına götürülmüştü. Buradaki binalar yağmalanmış ve yıkılmış, eşyalar, elbiseler sokaklara fırlatılmıştı. Evlerin arka avlularında da yeni mezarlar vardı. O sabah gördükleri bizim küçük teğmeni ikna etmiş, gözlerinin açılmasına ve değişmesine sebep olmuştu. Arnold, herhangi bir katliama engel olmak için o gece mutlaka bu iki köyde birden kalmamız gerektiğine inanmıştı, fakat diğerleri bunun gerekli olduğu fikrinde değillerdi. Fikirlerine değer verdiğimiz M. Gehri de bunun doğru olmadığını söylüyordu. Gemlik’te gördüklerinden yola çıkarak Yunanlılarda utanma duygusu kalmadığını, bizim köyde kalmamızın onları katliam yapmaktan en ufak bir şekilde bile caydırmayacağını, üstelik bizim hayatımızın da tehlikeye gireceğini söyledi. Bunun üzerine Arnold kendi başına köyde kalmak istediğini belirtti. Sonunda kendisini bu fikirden caydırdık. Kır bekçilerinin gözleri önünde herkese bu iki köyde yaşayanların tam listesini çıkardığımızı, bir gün sonra mültecileri alıp götürmek ve durumlarını kontrol etmek üzere tekrar geleceğimizi ilan ettik. En azından o gece köylüler için sakin geçmişti.

Akşam ve gece boyunca uzun bir yürüyüşten sonra saat 10.00 civarında Yalova’ya vardık. Yüzbaşı Papagrigoriou’nun gönderdiği telgrafa Gemlik’ten General Leonardhopoulos’tan cevap gelmişti. General Yüzbaşı’ya hiçbir yerli Müslüman’ın göç etmesine müsaade edilmemesini emrediyordu. Sadece yakılan köylerden gelen mülteciler gidebilirdi..”

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.