yalovahabercihabergazetegündemgüncelson dakikaenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhpak parti
DOLAR
32,6711
EURO
35,4038
ALTIN
2.486,08
BIST
10.872,56
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Yalova
Az Bulutlu
30°C
Yalova
30°C
Az Bulutlu
Cumartesi Açık
31°C
Pazar Az Bulutlu
32°C
Pazartesi Az Bulutlu
32°C
Salı Az Bulutlu
32°C

Yazılı basın ve bir örnek

13.05.2024 13:12
0
A+
A-

60’lı ve 70’li yıllarda evimize her gün 2 gazete girerdi: Cumhuriyet ve Hürriyet. Hafta sonlarında bunlara bir üçüncü gazete daha ilave olurdu: Milliyet. Babamın 1979 yılında vefatından sonra da, eski şaşmaz düzende olmasa bile, yine her gün en az bir gazete, bazı günler ise 2 veya 3 gazete evimize girmeye devam etti. Bu durum 2000’li yılların başlarına kadar sürdü. Tam tarihini hatırlamıyorum ama sanıyorum 2010-15 sonrasında, eve gazete düzenli değil ara sıra girmeye başladı. Tabii kast ettiğim ulusal mecrada yayın yapan gazeteler, yoksa yerel basın; Haberci, Manşet, Yalova ve Yalova Hayat gazetelerinin, düzenli olarak abonesi oldum her zaman. Yerel basını ilk ofis açtığım 1986 yılından itibaren düzenli takip ediyorum ve yayın hayatına katılan gazetelere de düzenli olarak abone oluyorum çünkü yerel basının desteklenmesi gerektiğine inanıyorum…

Bundan 20 sene önce birisi bana, ‘ileriki yıllarda sen her gün düzenli olarak en az bir tane bile ulusal gazete almayacaksın’ dese ona gülerdim. Böyle bir şeyin hiç bir zaman olmayacağını ona söylerdim. Ama en az 10 yıldır her gün bir ulusal gazete, ara sıra almak dışında düzenli olarak, evimize girmiyor artık…

*****

Yaklaşık 3 yıldır Oksijen isimli bir haftalık ulusal gazete yayınlanıyor. İçeriği diğerlerinden oldukça farklı. Çıkmaya başladığından bu yana, bazen aksatıyor olsam da, Oksijen almayı sürdürüyorum (haftalık olduğu için haftada bir tabii). Tabii ki her şeyiyle bana hitap ettiğini söyleyemem. Mesela sağlık sektörü ile ilgili konularda, uluslararası sermayenin topluma enjekte ettiği ve neredeyse insanların %99’unun kabul ettiği bir çizgide yayın yapıyor. Gerçi sosyalist ve komünist etiketli yayın organları bile, bilimseli (?!) savunmak adına, sağlık konusunda aynı çizgide yayın yapıyorlar, o nedenle bunu gazetenin bir kusuru olarak görmüyorum, sadece o tür yazıları okumayıp atlıyorum. Birde mesela ekonomik olarak ancak ilk % 5’in içinde olanlara hitap eden seyahat, restaurant vb konulu yazılar, bu gazeteyi biraz snob (züppe) bir kimliğe doğru itekliyor ama ben bu tür yazıları da görmezden geliyorum. Mevlana diyor ya, ‘kusursuz dost arayan dostsuz kalır’… Kaldı ki bunlar bana göre kusur ama başkalarına göre çok olumlu özellikler olabilir, bu yazıların da bir okuyucu kitlesi olmasa zaten gazete onları yayınlamaz…

*****

Oksijenin son sayısından bazı paragraflar aktarmak istiyorum:

Mesela Serdar Kuzuloğlu, ‘Tarihin en merhametsiz patronu’ başlıklı yazısında şunları yazmış:

‘Güncel teknolojilerin meyvası gibi görünen bu düzenin kökeni esasen 19. yüzyıla dayanır. Verimli çalışmayı takıntı haline getiren Frederick W. Taylor, yönettiği fabrikada inisiyatifi işçilerden alarak sürecin her adımını ölçüp biçerek oluşturduğu algoritmalara teslim eder. herkesin performansına göre az ya da çok kazandığı Taylorizm olarak anılan bu yapı, 1911 yılında, ‘Bilimsel Yönetimin İlkeleri’ başlığıyla kitaplaştırılarak iş verimliliğinin kutsal metni haline gelir. E-ticaret devi Amazon’un Türkiye dahil birçok ülkedeki 300’e yakın lojistik deposunda, 1 milyondan fazla işçi çalışıyor. Bileklerindeki özel bir algılayıcı, yaptıkları her hareketi anbean kaydederek verimliliklerini ölçüyor. ‘Taylorizm 2.0’ olarak anılan bu sistem o kadar sıkı kurallara bağlı ki, performans puanı düşmesin diye tuvaletini yanlarında taşıdığı şişelere yapmak zorunda kalanlar dahi var…’

*****

Çağrı Mert Bakırcı’nın hayvanların kendi sağlık sorunlarını iyileştirme çabalarını anlatan yazısından bazı cümleler:

‘Hayvanların kendi kendilerini tedavi etme konusunda hiç de fena olmadıklarını biliyoruz… Birçok hayvan; bitkileri, toprağı ve böcekleri kullanarak kendilerini tedavi ediyor… Şempanzelerin bazı yaprakları kullanarak parazitlerinden arındıklarını, maymunların meyva çekirdekleriyle parazitlerini temizlediğini, boz ayıların carex yapraklarını kullanarak parazitlerini kontrol altına aldıklarını, papağanların kil yutarak midelerindeki toksik bileşenleri nötralize ettiğini, ayı tırtıllarının enfekte olduklarında bitkilerdeki toksinleri yiyerek bu larvaları öldürebildiğini, boynuzlu solucanların bazı bakterilerin koloni büyümesini durdurmak için nikotin tükettiğini, karıncaların mantarlarından reaktif oksijen ürünleri yiyerek kurtulduğunu ve bunlar gibi daha pek çok örneği tespit etmeyi başardık. Şimdiyse bir orangutanın yüzünde meydana gelen büyük bir yarayı tedavi etmek için iyileştirici bir bitki kullandığı gözlemlendi… Burada ilginç olan şey, orangutanın bitki yapraklarını çiğneyip özütünü çıkardıktan sonra, bunu yaraya direkt olarak sürüyor olması. Yani burada pasif değil aktif bir iyileştirme çabası var… Bu davranış orangutanların sağlıkla ilgili sofistike bir bilgi düzeyine ve bunu pratik bir bağlamda uygulama becerisine sahip olabileceğini göstermesi açısından özellikle önemli…’

*****

Son olarak Zülfü Livaneli’nin yazısından bazı cümleler aktarmak istiyorum:

‘Unutmayın; çağın hakkını vermek, çağınıza uyum sağlamakla değil, ona direnmekle mümkün olur…’

‘Dünya tarihi Aristoteles’den Goethe’ye kadar yüzlerce polymath‘la yani çeşitli dallarda eser veren yaratıcılarla dolu. Son onyılların Türkiye’sindeki kültür ortamı, tek boyutlu olmanın övüldüğü bir çoraklığa dönüşmüş durumda…’

İnce Memed romanı yayımlandığı zaman, Behice Boran’ın aklı dağ başında yanan ateşe takılmış. Yaşar Kemal’e kimsenin bulunmadığı o dağ başında ateşi kimin yaktığını sormuş. Yaşar Kemal’in Boran’a verdiği cevap, roman dünyasını ve kendi gerçeğini açıklar nitelikte: O ateşi ben yaktım Behice hanım…’

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.