Gençlik yıllarımda, bireyleri ve toplumları hareketlendiren temel itici gücün maddi çıkarlar olduğuna inanırdım. Sonraki yıllarda, maddi çıkarların yanında bazı manevi nitelikli çıkarların da olduğunu, bunların da bireylerin/toplumların hal ve gidişlerinde rol oynadığını hissetmeye başladım. Mesela güç sahibi olma, bunu olabildiğince artırma isteğinin, maddi çıkarların önüne geçtiği insanlar/durumlar ortadaydı. Mesela Baha‘nın bazen vurguladığı gibi, Stalin buna iyi bir örnek. Baha’nın ifadesiyle, Stalin koca bir ülkenin diktatörü olmasına rağmen, orta sınıf bir yaşantı sürüyor, yaşamının içinde şatafat yer almıyor. Tarihe damgasını vurmuş önemli liderlerin çoğu böyle, hedefleri madde değil güç…
Davranışlarımızı etkileyen manevi nitelikli faktörleri sadece güç istenci olarak etiketlemek de muhtemelen yetersiz. Geçen ay ”Tarihin Sonu Mu?” başlıklı yazımı hazırlarken, Hegel‘in düşüncelerine açıklık getiren Kojeve‘nin, insanoğlunun itici gücü olarak, ”tanınma ve kabul görme arzusuna” vurgu yaptığını söylemiştim. Yani insanoğlunun, parayı-pulu bir kenara bırakıp, hatta gücü de ikinci plana atıp, öncelikle ”beni tanı, beni kabul et” diyen, enerjisini bu meseleden alan bir yanından da bahsetmek mümkün görünüyor. Bütün bu etkileyen faktörler (maddi, manevi) tabii ki, sınırları birbirlerinden kalın/net çizgilerle ayrılmış olgular değiller. Sudaki hidrojen ve oksijen gibi iç içe geçmiş halde bulunuyorlar. Sadece terkipleri; kişiye, zamana, mekana göre değişiyor…
*****
Bunların yanında bir faktörün daha var olduğunu, belki 20 yıl öncesinden beri hissediyorum. O da ”oyun oynama” isteği. Oyun çocukların dünyasında, kendi adıyla/sanıyla önemli bir yer tutuyor. Büyüklerin dünyasında da; futbol, tavla, okey, satranç, poker, briç, bilgisayar oyunları gibi başlıklar altında, yine önemli bir yere sahip. Hayvanlar da oyun oynamaya yaşamlarında geniş bir yer açıyorlar. Mesela kedilerin, köpeklerin hiçbir somut değeri olmayan, tamamen oyun niteliğinde aktiviteleri birbirleriyle ve insanlarla beraber (hatta bazen de kendi kendilerine), uzun süre, zevkle yaptıklarını görüyoruz…
İnsanoğlunun oyun oynama isteğinin sadece bilinen oyunları zaman zaman oynamasından ibaret olmadığını düşünüyorum. İnsan farkında olmadan tüm yaşamını bir oyun alanı olarak görüyor, bence. Mesela Büyük İskender alıyor ordusunu gidiyor, ülkeler fethediyor. Burada; maddi çıkarlara ulaşmak, güç istenci, kabul görme arzusu gibi faktörlerin yanında bir de oyun oynama isteğinin rolü olduğunu düşünüyorum. Bilgisayardaki Civilization (benzeri daha pek çok bilgisayar oyunu var) gibi bir oyunu oynuyor aslında bu fetihleri yaparken. Cengiz Han‘dan Napolyon‘a tümü için benzer şeyler söylenebilir. Tabii ki yaptıklarının bir çeşit oyun olduğunu düşünmüyorlar, çok ciddi işler yapıyormuş gibi ve de oyun etiketi yapıştırılmadan oynanan bir oyun hayat oyunu. Bir çocuğun oyundan aldığı zevke çok benzer bir şekilde mutlu oluyorlar (işler ters giderse de, aynı çocuklarda olduğu gibi, mutsuz oluyorlar). Oynanan oyunda lider, konunun bütününe hakim ama sıradan bir askere doğru inildikçe, onlar da oyunun biraz (veya çok) daraltılmış bir versiyonunu oynuyorlar. Yani oyunu oynayan sadece lider değil, etkinliğin içindeki herkes oyun oynuyor. Savaşların dışında da; siyaset, iş dünyası hatta bilim dünyası, her türlü faaliyet alanı birer oyun alanı aslında. İşin içinde para da var, güç de var, başka şeyler de var; ama oyun da var…
*****
Yazımı, oyunu yaşamla ilişkilendiren birkaç ilginç sözle bitirmek istiyorum:
Eric Hoffer diyor ki: Halkın büyük çoğunluğu tarih denilen oyunun bir tarafında en iyilerin, bir tarafında da en kötülerin olduğunu zanneder…
Eugene McCarthy (ABD’de anti komünizm rüzgarı estiren senatör ile sadece soyadı benzerliği): Siyasette olmak futbol antrenörü olmak gibidir. Oyunu anlayacak kadar zeki, önemli olduğunu düşünecek kadar da aptal olmalısın…
Sholom Aleichem ise şöyle diyor: Hayat aptallar için bir oyun, bilgeler için ise bir rüyadır…