Baha’nın geçen hafta zoom’dan yaptığı sunumun konusu, İbn-i Haldun ve Oswald Spengler‘dı. Baha’nın sunumlarından önce, anlatacakları hakkında biraz ön bilgi edinmek için, sunum konusu üzerine bir şeyler okumaya çalışıyorum. İbn-i Haldun hakkında çok sınırlı bir bilgim vardı, ancak birkaç cümle söyleyebilirdim, hepsi o. Okudukça çok ilginç bir kişi olduğunu gördüm. Aslında belki bu durum pek çok başka kişi için de geçerlidir…
*****
İbn-i Haldun, 1332 yılında Tunus’da doğuyor. Endülüs’de önemli devlet görevlerinde bulunan ailesi, 13. yüzyılda İspanya’daki müslüman varlığının yavaş yavaş ortadan kaldırılmaya başlandığı süreçte, Tunus’a yerleşmişti. Çok iyi bir eğitim aldı. İbn-i Rüşt, İbn-i Sina, Fahreddin Razi ve Şerafeddin el-Tusi‘nin eserlerini okudu. Bölgedeki önemli liderlerin emrinde çalıştı ancak bölge sürekli karışıktı ve başı beladan hiç kurtulmuyordu. Sonra hacca gitme bahanesiyle Tunus’da sultandan izin istedi, ki hiçbir müslüman sultan buna hayır diyemezdi. Ortaçağda hac, çoğu kez bir çıkmaza girdiklerini hisseden müslümanlar için nihai bir çözüm yolu sayılıyordu. Hacca gitmek aylar sürdüğü için, böylelikle iç politik sorunlardan ve baskılardan da uzak kalmış olunuyordu. Böylece İbn-i Haldun Tunus’tan ayrıldı ve Mısır’a gitti. Kahire’de Malikî baş kadılığına tayin edildi. Aynı zamanda Ezher Camisinde de dersler veriyordu. Ancak reformist yorumları Mısırlılar tarafından direniş ile karşılanınca, dava edildi. Sultanın huzurunda yapılan duruşmasında beraat ettiyse de gururu incinen İbn-i Haldun baş kadılık görevini bıraktı…
*****
Aralık 1400’de ve 1401 başında Timur ile İbn-i Haldun’un tarihî görüşmeleri gerçekleşti. Bu görüşmeleri otobiyografisinde detaylı biçimde anlatmıştır. İbn-i Haldun, Şam halkı adına Timur’la görüşmeye giden elçilik heyetinin içindeydi ve ondan şehre merhamet etmesini istedi. Ülkeleri fetheden Timur ile bir entelektüel arasında geçen bu görüşmeler iki haftayı buldu ve çok değişik konulara girildi…
Ortadoğu’yu kasıp kavuran, şehirleri yerle bir eden ve Arap tarihçilere göre Allah’tan başka hiç kimsenin sayamayacağı kadar insan öldürmüş olan Timur ile Şam yakınlarında yaptığı görüşme oldukça ilginç. Bu görüşmede Timur’a övgüler yağdırır. Bu övgüleri gerçekten inanarak mı yoksa korkunç bir zalim olan Timur’dan korktuğu için mi yapmıştır, bilmek zor. Ne olursa olsun İbn-i Haldun’un da bir insan olduğunu ve zaafları bulunduğunu unutmamak gerekir. Zayıf yanları, o kişinin insanlığa yaptığı katkıları ortadan kaldırmaz hatta üzerine gölge bile düşürmez, bence…
Bu övgülerden birkaçı şöyle: ‘Hz. Adem’den bu güne kadar sizin gibi birinin geldiğine inanmıyorum’, ‘Neden bunca yılım sizden başka birinin hizmetinde geçti? Neden şu gözlerim sizin yüzünüzün nurundan başka bir nuru kendine sürme çekip yürüdü?’, ‘Kalan ömrümü senin hizmetine bağışlayıp, kaybolan yıllarımı telâfi etmek için eteğine sıkı sıkı yapışacağım. Ve o yılları hayatımın en değerli yılları, ulaşacağım mertebeyi en yüksek mertebe, ahvalimin en şereflisi olarak kabul edeceğim…’
Kitaplarını Mısır’dan alıp tekrar yanına döneceğini söyleyerek Timur’dan izin istedi ama Mısır’a gittikten sonra geri dönmedi…
*****
İbn-i Haldun’u etkileyen herhangi bir düşünürden söz etmek zor. Mukaddimesinde “Yunan” ve “Rum” düşünürlerden, özellikle Aristo ve Platon‘dan bahsetmişse de, ne Aristo, ne de Platon’un doğrudan doğruya eserlerini okumuş olduğuna dair bir bilgi yok. Birçok yerde Aristo’dan küçümseyici bir dille bahsetmekte ve İslam düşünürlerine ise ancak onları yermek için değinmektedir. Farabi’nin ‘Faziletli Şehri‘nden bahsederken, toplumsal gerçekliğin böyle bir devlet göstermediğini belirterek açıkça eleştirmiştir…
*****
Önemli sosyologlar İbn-i Haldun’u sosyolojinin habercisi ve öncüsü olarak nitelendirirler. Toynbee, ondan “herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmıs en büyük tarih felsefesinin sahibi” diye söz eder. Cemil Meriç‘e göre ise İbn-i Haldun “kendi semasında tek yıldız“dır…
Franz Rosenthal ”bütün deha sahibi insanlar gibi İbn-i Haldun’un davranışları ve istemleri çapraşıklıktan uzak ve yalındı… Her çare, her araç ona gerekli ve dolayısıyla da haklı görünüyordu ve o hoyratça ve oportünist bir biçimde amacına yöneliyordu” diye yazar. Rosenthal’e göre “yakındığı entrikalar, kendi entrikalarına verilen yanıtlardan başka bir şey değildi…”
Osmanlı tarihçileri 17. yüzyıldan itibaren İbn-i Haldun’un bakış şeklini dikkate almaya başlarlar. Bu dönemde bir duraklama hatta gerileme görülmeye başlanmıştı. Öncesinde ise, Baha‘nın deyişiyle, ‘Osmanlı tarihçileri devletin yıkılabilme ihtimalini hiç dikkate almadıklarından, yani Osmanlı’yı bir devlet olarak ‘ebed müddet’ gördüklerinden olsa gerek, İbn-i Haldun pek gündemlerinde yoktur’. 17. yüzyıldan itibaren; Katip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa‘nın eserlerinde İbn-i Haldun’un tarih anlayışının etkisi çokca görülür.
- yüzyılın sosyalist tarihçilerinden Hikmet Kıvılcımlı da Osmanlı tarihini İbn-i Haldun’un bakış açısıyla ele alır. Kıvılcımlı’ya göre Osmanlı Beyliği, göçebe Moğol ve Türk oymaklarının İslam medeniyetine yaptıkları “göçebe aşısı” ile ortaya çıkmış “tavâi’fül mülük”tür. Bizans’ı da fethedince bir imparatorluk olur…
*****
İbn-i Haldun’a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn-i Haldun, kendinden önceki düşünürlerin eserlerini tarar ve böyle bir bilimin oluşturulmamış olduğunu, oluşturulmuşsa da kendisinin buna ulaşamadığını belirtir. İran feth edildiğinde Halife Ömer’in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini, bu yüzden bu eserlerin yok olup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan dert yanar…
İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu yeminle belirttiği bu ilime “Ümran ilmi” der ki, gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: “Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi…”
İbn-i Haldun’un, ‘Tarih‘i, felsefi ilimlerden biri olarak kabul ettirme çabası klasik felsefe anlayışı ile çelişir. Aristo ve Platon, her ikisi de, tarihi, “bilgeliğin” bir dalı olarak görmezler. Aristo’ya göre şiir tarihe göre çok daha felsefi ve üstündür. Farabi ve İbn-i Sina’nın bilimler sınıflandırmasında da ‘Tarih’in hiçbir yeri yoktur…
*****
İbn-i Sina’ya göre, ‘Umran ilmi’ ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir ‘zorunlu yasa bilgisi’ne ulaşılır…
İbn-i Haldun’a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Hatta bu beş aşamanın 120 yılda tamamlandığını ileri sürer. İbn-i Haldun’un bu süreyi tespit ederken, normal insan hayatının 120 yıl olduğu iddiasına dayandığı ve bu yüzden devletlerin normal yaşam sürelerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür…
*****
İbn-i Haldun varlıkları da aşağıdan yukarıya belli bir düzene göre sıralar. Her âlemin en üst basamağındaki varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine sahiptir. Bitkiler âleminin son basamağında yer alan üzüm ve hurma ile hayvanlar âleminin en alt basamağındaki salyangozun böyle bir ilişkisi vardır. Benzer şekilde duyular âleminde en üst seviyede olan maymun ile düşünceler âlemindeki insan da böyle bir ilişkiye sahiptir. Peygamberlerin de, insan görünümünde olmalarına karşın, en üst basamakta oldukları için bir üst âlem olan ‘melekler âlemi’ne geçmeleri mümkündür…
*****
İbn-i Haldun’un en çok tanınan eseri Mukaddime, Kitabu’l -İber isimli büyük tarih kitabının 1. cildidir. Mukaddime çok sayıda Osmanlı tarihçisi tarafından yararlanılmış bir eser olmasına karşın, yazılışından 500 yıl sonra 2. Abdülhamit, “serbest görüşlerinden ötürü” kitabın okunmasını ve satılmasını yasakladı. Pîrîzâde’nin yayımladığı ilk çeviriden sonra yeni alfabe ile yapılan ilk çeviri Zakir Kadiri Ugan’ın çevirisi oldu. Bu çeviri Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 3 cilt halinde yayınlandı ve ilk baskısı 1954 ile 1957 arasında, ikinci baskısı 1968-70 yıllarında yapıldı. Eserin ikinci defa Türkçeye çevirisi Turan Dursun tarafından yapıldı. Kitabın ilk cildi Onur Yayınları tarafından 1977’de yayınlandı. 12 Eylül darbesi ve kitabı ilk baskıya hazırlayan İlhan Erdost’un öldürülmesinden dolayı ikinci cildi ancak 1989’da yayınlanabildi. Turan Dursun’un planına göre kitap 4 cilt halinde yayınlanacaktı. Ancak üçüncü kitabın çevirisini yayınevine bıraktıktan bir süre sonra 1990’da silahlı bir saldırı sonucu ölmesi üzerine çeviri yarım kaldı. Daha sonra Sevim Belli, Vincent Monteil’in Fransızca çevirisinden ikinci kez Onur Yayınları için çevirdi.
*****
İbn-i Haldun tabii ki köşe yazısına sığabilecek bir insan değil. Bu yazıda vikipedi, serbestiyet gibi kaynaklardan yararlanarak, ilginç bulduğum noktaların altını çizmeye çalıştım sadece. Konuyla ilgilenenler onun hakkında derin okumalara girişirlerse, sanıyorum onları büyük ve ilginç bir okyanus bekliyor olacak…