yalovahabercihabergazetegündemgüncelson dakikaenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhpak parti
DOLAR
35,1852
EURO
36,7159
ALTIN
2.968,40
BIST
9.724,50
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Yalova
Parçalı Bulutlu
14°C
Yalova
14°C
Parçalı Bulutlu
Pazartesi Yağmurlu
12°C
Salı Hafif Yağmurlu
14°C
Çarşamba Az Bulutlu
12°C
Perşembe Yağmurlu
11°C

DÜNKÜ YALOVA VE DEVLET

22.12.2024 13:32
0
A+
A-

 

İskeleye çıkınca içimize bir korku düşerdi. Zira araba kafilesine tepeden tırnağa kadar silahlı, harbe hazır bir süvari bölüğü de katılır, kafile bir ortaçağ kervanına dönerdi. Hele yol boyu kurulmuş karakollardan boru sesleri akşam karanlığında yanık yanık dağlara aksetmeye başladı mı ağızları bıçak açmazdı.

Kaplıcalar üzerine bu hafta her yazısı gibi alaka çeken bir makalesini okuduğumuz Sermet Muhtar Alus’un kısa kestiği Yalova faslına bir şeyler eklemek II. Abdülhamid devri Yalovasına biraz daha ışık sermek niyetindeyim. Bunu gençlik başlangıcı çağımın sadece hoş hatıralarını tazelemek için yapmayacağım. İki maksat daha gözetiyorum: Yalova kaplıcalarının yakın tarihinden bir kısmını unutulmaktan kurtarmak ve memleketin eski idare mekanizması hakkında yeni bir fikir daha vermek…

Babam adet etmişti, her Eylül ayını Yalova kaplıcalarında geçirirdi.

Romatizma çeken, cilt hastalıklı, karaciğeri bozuk, koca karınlı bir adamdı da tedaviye mi giderdi? Hayır. Ata biner, güzel yüzer, araba kullanır, kışın bile her sabah soğuk su dökünür, sağlam ve çevik, tam bir İstanbul beyi idi. Yalova’ya gidişi, Yalova’nın padişahtan izin ve irade almaya lüzum kalmadan gidilecek İstanbul dışı tek yer oluşundan dolayı idi.

Bilirsiniz ki o devirde devlet ricalinin irade koparmadan payitahttan çıkması yasaktı; Anadolu yakasında Pendik, Rumeli tarafında Küçükçekmece hudut istasyonları sayılırdı. Zaten halk da zaptiye nezaretinden bir seyahat varakası çıkarmadıkça o istasyonlardan öteye gidemezdi… Fakat vilayet, daha doğrusu şehremaneti hududu dışında bulunduğu halde Yalova yolculuğu serbestti. Hatta serbest değil, hoş gözle bakılan bir seferdi.

Neden?

Anlaşılan padişah, tebaasının şifalı sularda canına can katmasını, sıhhat bulmasını isterdi de ondan mı?

Değil… Hem hiç değil: Yalova kaplıcaları Hazine-i Hassa tarafından işletilirdi; yani padişahın malı idi; kar, padişah kesesine girerdi; girdiği için de kapısı – ne izin, ne yol varakası- ardına kadar herkese açıktı.

Şu nokta da var: Yalova kaplıcasına gitmek isteyen bir memura “Gitme” demek kimin haddine? Bu, hünkarın kârına kesat vermek demektir. Gider; hem de isterse altı ay kalır; kalır ve maaşını da tam alır!

Köprüden öğle üstü kalkan bir vapura binerdik. Bu vapuru öyle şimdiki gibi tıka basa dolmuş sanmayınız; sefer hürriyetine rağmen yolcu adedi otuzu, kırkı geçmezdi. Çoğu Hariciye nezaretiyle karantina ve Fenerler idaresinde memurluk eden Frenk bozması yerli Hristiyanlar olmak şartıyla…

İkindi zamanı Yalova iskelesine varırdık. Terbiyeli olması için emir verildiği anlaşılan bir polis, orada nezaketle isimlerimizi kaydederdi; faytonlara binilirdi. İşte o zaman içimize bir korku düşerdi.

Sebebi? Şu; araba kafilesine tepeden tırnağa kadar silahlı, harbe hazır bir bölük süvari askeri de katıldığı, kafile, bir ortaçağ kervanına benzediği için… Yol alınıp güneş dağlar ardına gömüldüğü, etrafa ıssızlıkla beraber loşluk çöktüğü zaman durum daha da nazikleşirdi. Hele yol boyu kurulmuş karakollardan boru sesleri tepeden tepeye yanık yanık aksetmeye başladı mı kadınlarda yürekler çarpar, analar yavrularını kucaklar, çocuklar analarına sokulur, diller tutulur, ağızları bıçaklar açmazdı.

Neden böyle olur, niçin o askerce tedbirlere lüzum görülürdü?

Kaplıcayı, kaplıca bölgesini eşkıya basmasın, padişah müşterileri dağa kaldırılmasın ve bu müşteriler arasındaki ecnebi tabaası dağa kaldırılırsa eşkıyaya fidye-i necat verilmesi, devlet merkezinin burnu dibinde asayişsizlik var feryadıyla bir devletlerarası mesele çıkmasın diye!

O devirde koca Osmanlı imaratorluğunun en emniyetli köşesi yalnız Yalova dağ hamamlarının bulunduğu küçücük çevre idi. İstanbul’a daha yakın yerlerde, mesela Kartal ile Şile arasında can ve mal güveni yoktu. Vızır vızır eşkıya çeteleri dolaşırdı. Hatta o çetelerin sonradan ıslah-ı hal eden sayılı elemanları, elebaşıları meşrutiyette politikacı olmuşlar, bizimle hapishane ve sürgünlük arkadaşlığı bile yapmışlardı. Rahmetli Metmet Pehlivan ve Şıhlili Mustafa Ağa gibi!

Kervan o zamanlarda (Koru Dağ Hamamı) adını taşıyan asıl kaplıcaya vardığı sırada karanlık çökmüş olurdu. Asker bizden ayrılır, tepedeki ufacık kışlasına çekilir, fakat nöbet değiştikçe boru çalarak hamam müşterilerine emniyette bulunduklarını hatırlatmaktan, hatırlattıkça da ürkütmekten geri kalmazdı.

Otel müşterilerine yemek zamanını, bir ağaca takılmış gongla haber vermek adetti. Bu gongu oraya kaplıcanın eski kiracısı bir ecnebi asmıştı. Galiba bir Fransız…

Pek küçüktüm ama hatırdan çıkmamış: Bir akşam babam alışık olduğumuz saatte Erenköy’ündeki köşke geri dönmedi. Maliyede memur bir komşu şu haberi vermişti: “Vapur-u Mahsus” la Yalova’ya gitti! Biz önce sürüldü sandık. Öyle ya “Vapur-u Mahsus” denilince akla gelen budur. Değilmiş…Yalova kiracısını dağa kaldıran eşkıyaya fidye-i necatı götürmeye sarayca memur edilmiş!

Dönüşte öğrendik: Sayısını aklımda tutamadığım çil altınları eşkayının bırakılmasını emrettiği yere, sarp dağ başında ulu bir ağaç kovuğuna koymuşlar ve gene haydutlardan aldıkları direktife uyarak – gözcü, izci bırakmak nerde – ardlarına bile bakmadan kasabaya çekilmişler. Fransız ölümden kurtulmuş.

Fakat eşkıya kellesini kurtaramadı. Aradan biraz vakit geçti, tenkil hareketi başladı, çeteyi jandarmalar sıkıştırdılar; çarpışmada reisleri öldürüldü, arkadaşları yakalandı ve Abdülhamid devrinde idam hükmü bile verilse müebbet küreğe çevrilmesi adet olduğundan bunlar ecelleriyle ölmedilerse meşrutiyet affında hiç şüphesiz köylerine, belki de yeniden eski sanatlarına döndüler.

İşte padişah malı Yalova kaplıcaları o hadise yüzünden anlattığım şekilde asker tarafından korunurdu. Hem dikkat ediniz: Jandarma değil… Vatan hududu imişcesine ordu tarafından!

Güven versin de müşteri çoğalsın, gelir eksilmesin diye…

Kudret hamamı, dağ hamamı, ılıca,  kaplıca adlarını verdiğimiz şifalı sular hararet derecelerine göre Anadolu’nun bazı yerlerinde “Kaynarca- ılısu – ısısu – girme ve germe – terme” diye anılır. Kaplıca, “kapalı ılıca” dan küçültülmüş bir kelime olsa gerektir. Bizde Dr. Rıza Yaman’ın yazdığı (Balneologi) ismindeki kitap Türkiye’nin şifalı sularını, bunların kullanma ilmini, hamam mefhumuna giren ve Türk’ün hamam merakını belirten bütün malumatı toplamış, gerçekten övmeğe ve mükafatlandırmağa hak kazanmış mükemmel bir eserdir. Yalova’ya ve her hangi bir kaplıcaya gideceklerin masraf hanesine küçük bir şey ekleyerek bunu okumaları kendi istifadeleri icabındandır.

Ben henüz vakit bulup veya hamdolsun sıhhatçe lüzum görüp de yeni Yalova’ya gidemedim. Gidersem tanıyamayacağıma şüphe yok. Eskisi acıklı haldeydi; ahşap bir otelden ve gündeliği kira ile tutulan bir takım köşklerden ibaret izbe bir yerdi. Ne tarhlar vardı ne parklar… Müesseseyi bir Hazine-i hassa memuru, memur zihniyetiyle idare eder, “Öf ne belaya çattık be! Dağ başında kaldık!” der gibi çatık kaşla döner, dolaşırdı. Babamdan rivayet, daha önceleri bunları da bulamazmışsınız; kendisi o civarda Çınarcık köyünde ev tutar, kaplıcaya her gün öküz arabasıyla gelirmiş!

Ama gene de Yalova’ya gidermiş.

Giderdi ve bizi uzak köylere de götürür, kadın ve erkek, hepimizi at sırtında dağ tepe dolaştırırdı. Alabalık avına da çıkardık. Şimdi, kırk şu kadar yıl sonra bu satırları yazarken yüksek yamaçlardan akan soğuk suları tersine aşıp geçen bu balıkların ağlara yakalanıp çırpınışlarını, oracıkta daldan yapılmış ısgaralar üstünde güzel kokulu buhurdanlar gibi tüterek pişmelerini – karanlıktan aydınlığa bakarak – göller, nehirler ülkesi bir Kanada filmi imişcesine zevkle seyrediyorum ve yeni Yalova’ya niçin gitmeye can atmadığımı seziyorum: O sırada eşkıya korkusu içindeki Yalova, uzak, güç, belalı bir seyahate benzediğinden sergüzeşt ihtiyacımı giderirdi.

Görüyorsunuz ki küçücük Yalova’nın benim bildiğim tarihine göz atınca geçmiş bir rejimin bütün zihniyeti hakkında fikir edinmek mümkün oluyor. Marmara’dan alınmış bir damlanın bütün denizi bize tanıtması gibi!

Refik Halit Karay

17.12.1944, Akşam Gazetesi, s. 4

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.