Bu yazıyı pazar günü yani seçim günü yazıyorum. Seçimden sonraki birkaç gün, biliyorum ki, hep seçimle ilgili konular konuşulur ve seçimle ilgili yazılar okunur. O nedenle bu yazının pek okunacağını sanmıyorum. Ama yazılarımı zaten okunma kaygısıyla değil de, hayata kendimce bir not düşebilme niyetiyle yazdığım için, okunup okunmamalarını çok da önemsemiyorum.
Siyasette aday olunan görevlerin ne kadar ağır olduklarını düşündüğümüzde, insanların bu koltuklara oturmaya yönelik isteklerini mantık çerçevesinde anlamak kolay değil. Aday olunan bu görevler büyük fedakarlıkları gerektirmekte. İnsan ömrünün göz açıp kapayana kadar geçen çok kısa bir süre olduğunu, dünyanın tamamının bile evrende bir toz tanesi kadar yer kaplamadığını, insanın kendisinin de kocaman bir ”hiç”den ibaret olduğunu düşünen bir zihin, kendisini kolaylıkla başka insanlar (ve hatta hayvanlar, böcekler, ağaçlar ve benzerleri) için feda edebilir. Huzuru başkaları için yaptığı bu fedakarlıkta arayabilir, bulabilir…
Böyle veya buna benzer bir bakış açısı, insanların yönetici olma istekleri üzerinde, tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda ne kadar etkili olmuştur bilemiyorum. Bunun yerine bir ”güç” arayışının daha etkili olduğu kanaatindeyim. Mesela Cengiz Han‘ın ana motivasyonu, ‘ben zaten bir hiç’im, dolayısıyla hayatımı anlamlandırmak adına insanlığa hizmetkar olmaya kendimi adıyorum’ gibi bir düşünce değildir sanıyorum. Güç kavramı sürüngen beynimizin hayatta kalabilmemiz için cepheyi gitgide ileriye doğru kaydırarak bizi güvence altına alma isteği sanıyorum. Mümkünse de bu güvenceyi sonsuza kadar nasıl sürdürebileceği çabası, galiba…
Baha, dünyayı yöneten odakların tamamen güç peşinde olduklarını, parayı da sadece gücü artıran önemli bir unsur olması nedeniyle önemsediklerini söyler…
*****
Platon, Devlet kitabında bir efsaneden bahseder. Bu efsane Lidyalı bir çobanın kral oluşunun efsanesidir. Efsaneye göre çoban, bir gün hayvanlarını otlatırken kayalıkların içinde bir yarıkla karşılaşır. Bu yarığın derinlerinde ise ölü bir beden vardır. Bu ölü beden parmağında çok güzel bir yüzük taşımaktadır. İşte çoban, Gyges’in Yüzüğü şeklinde anılacak bu yüzükle ilk orada karşılaşır. Çok güzel ve değerli bir taştan yapıldığı anlaşılan yüzüğü, çıkarıp kendi parmağına takar. Yüzüğü bulduktan bir süre sonra çoban, kralın çobanlarla yaptığı olağan bir buluşmaya katılır. O esnada sıkıntıdan parmağındaki yüzükle oynayan çoban, taşı içeri doğru çevirince bulunduğu ortamdan soyutlandığını yani görünmez olabildiğini fark eder. Taşı zıttı yöne çevirince ise tekrardan aynı şekilde görünür hâl alır. Çoban yüzüğün fark ettiği bu olağanüstü özelliğini kendi çıkarları için kullanır. Taşı çevirip bu hâlde saraya girer, kraliçeyi baştan çıkarır ve sonra da onunla birlikte kralı öldürüp kralın tahtını ele geçirir (Yüzüklerin Efendisi filminin odağında da, biliyorsunuz benzeri bir yüzük var). Ancak Platon’un öngörüsüne göre bu ruh, mutsuz olmaya mahkûmdur. Elinden geleni ardına koymayarak ulaştığı yüksek mertebe, beslemek şöyle dursun ruhu zehirler…
Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezen’in Düşleri isimli kitabında Platon’un ortaya koyduğu bu meseleyi ele alır. Rousseau’nun ömrü yalnız bir şekilde geçmiş, hayatı boyunca sohbet edebildiği tek kişi yine kendisi olmuştur. Rousseau, Platon’un Gyges’in Yüzüğü efsanesine atıf yapar. Gyges’in Yüzüğü kendisinde olsa onu ne şekilde kullanacağını merak eder. Rousseau bireyin kötüleşmesinin, kötülüğün var olmasının toplumsallaşma ile başladığını söyler. Rousseau’ya göre, onun düşüncesinde bir insanın yüzükle görünürlüğünü gizlemesi ahlaki bir bozulmaya yol açmaz aksine birey onu kötüleştiren toplumdan uzak kalarak ahlakını doğal hâline döndürüp kendisini yüceltebilecektir…
Böyle bir inziva, tek tek aydınlar için bir çıkar yol olabilir belki ama toplumsal bir canlı olan insanoğlu için türün tamamına karşılık olabilecek bir çözüm olmadığı ortadadır…
*****
Hariri bir kitabında Netanyahu ile yediği bir akşam yemeğinden bahseder: ”Yemekte 30 kadar insan vardı ve herkes Büyük Adam’ın ilgisini çekmeye, onu zekalarıyla etkilemeye, yaltaklanmaya ya da çıkar sağlamaya çalışıyordu. Netanyahu’nun suçu değildi bu aslında, gücün çekim kuvvetinin suçuydu”. Hariri gücün kara deliğinden kaçabilmek için, Sokrates‘in ”bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir” cümlesinin sık sık hatırlanması gerektiğini söylüyor. Bu önemli kabulün gücün zihnimizi çarpıtmasını engelleyebileceğini ama bu sefer de, kesin bildiğimiz hiçbir şey olmadığı şeklindeki düşüncenin; doğruyu yanlışı, haklıyı haksızı nasıl ayırt edeceğiz gibi başka bir büyük probleme yol açacağını söylüyor…
Aklımızın ve bilgi birikimimizin henüz bizi selamete ulaştırabilecek yeterlikten uzak olduğu anlaşılıyor. Umarım kendi kendimizi yok etmeden önce bir çıkış yolu bulabiliriz…