Ünlü antropolog Margaret Mead‘e (1901-1978) bir öğrencisi, ”sizce uzak geçmişteki hangi olay, insanoğlunun medeniyet kurmaya başladığının ilk işaretini bize verir?” diye sormuş. Öğrencinin beklediği cevap muhtemelen, hayvan avlamak için keskinleştirilmiş mızrak ucu veya sıvı bir şey koymak için yapılan kilden çanak gibi bir şeydi. Ancak Mead oldukça farklı bir cevap veriyor: ”Kırılıp iyileşmiş uyluk kemiği”…
Cevabını şöyle açıklamış: ”Uyluk kemiği, kalçayı dize bağlayan vücuttaki en büyük kemiktir. Kırık bir uyluk kemiğinin iyileşmesi yaklaşık altı hafta dinlenmeyi gerektirir. Doğada hiçbir insan, başka birilerinden destek almazsa eğer, bu kırık kemiği iyileşene kadar hayatta kalamaz; demek ki birisi o insanın bacağını sarmış, onu güvenli bir yere taşımış, onunla birlikte kalmak için zaman ayırmış, ona bakmış. İyileşmiş bir uyluk kemiği, başka bir kişinin onu terk etmek yerine, ona yardım ettiğini gösteriyor. Zor bir dönemde başka birine yardım etmek, medeniyetin ilk belirtisidir.”…
*****
Medeniyet denince aklımıza ilk olarak; uçaklar, bilgisayarlar, akıllı telefonlar, gökdelenler, kocaman gemiler, teknolojik silahlar falan geliyor. Öncelikle şunu söylemek istiyorum, on bin sene sonra (tabii bu süre içinde insan kendi kendisini henüz yok etmeyi becerememişse eğer…), geriye doğru bakıldığında, yaşadığımız şu yılları mağara devrinin sadece bir kademe ilerisinden ibaret olarak göreceklerini sanıyorum. Çünkü muhtemelen on bin yıl içinde öyle acayip teknolojik gelişmeler olacak ki, bizim bugün büyük gelişme/ilerleme zannettiklerimiz, mağara devrinde bir çeşit iğne-iplik kullanan kişi kadar bile önemsenmeyecek o yıllarda…
Öte yandan, birbirimize her anlamda hayatı dar etmeye devam ediyorken ve doğayı mahvediyor olmayı bir marifet bellemişken, yani insanlaşma yolunda hiç bir gelişmemiz olmadığı gibi, sözde uygar(?) elbiselerin, uygar(?) cümlelerin maskeleri ardında gitgide daha vahşileşme yolunda ilerliyorken; o yaptığımız uçakların, bilgisayarların, akıllı telefonların, gökdelenlerin vs., medeniyete değil, vahşileşmemize katkıda bulunduklarını düşünüyorum…
*****
Tüm belgesel yayınlayan tv kanalları, hayvanlar dünyasında sürekli bir savaş olduğunu bize anlatıyor. Bu bence bize yönlendirme amacıyla söylenen büyük bir yalandır. Evet doğada sürekli bir hayatta kalabilme, yiyecek bulabilme mücadelesi var, bunu tabii ki inkar etmek mümkün değil. Ancak doğada olan biten bundan ibaret değil ki… Ararsanız eğer; dayanışma da var, yardımlaşma da var, sevgi de var, merhamet de var… Belgeseller ise bunlardan neredeyse hiç bahsetmiyor…
Bir Afrika atasözü varmış: ”Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır, En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa öleceğini bilir. Afrika’da her sabah bir aslan uyanır, En yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa aç kalacağını bilir. Aslan ya da ceylan olmanızın bir önemi yoktur. Yeter ki güneş doğduğunda koşmak zorunda olduğunuzu bilin.” Bu ve benzeri sözler, aynı o belgeseller gibi, bizi yönlendirmeye yönelik şeyler. Böyle bir atasözü var mıdır, muhtemelen vardır ama bizde de bir sürü insanlığa yakışmayan atasözleri var, mesela ‘bal tutan parmağını yalar’ gibi. Bunlar bizim hayvan yanımızın ürettiği ürünler. Bu yanımız da bizim bir parçamız ve hatta bugün itibariyle belki %99 oranında bize hakim olan bir parça. Ama yaşamı bu parçamızın görmek istediklerinden ibaretmiş gibi görürsek, bunu da ‘gerçekçi bakış’ olarak yaftalarsak, medeniyet kurma çabamızın görüntüden ibaret kalması kaçınılmaz olacaktır, bence…
Tarih de bize yine aynı perspektiften anlatılır, sanki sadece savaşlardan ibaretmiş gibi. Mesela okulda Osmanlı Tarihini sadece savaşlar üzerinden okuruz. Savaşlar, fetihler, kaybedilen yerler, anlaşmalar vb. Tarih savaşlardan mı ibarettir…
*****
“Medeniyet kurmak çok mu gerekli, bildiğimiz gibi yaşamaya devam edelim”, diyen bir karşı görüş ortaya koymak da tabii ki mümkün. İnsan’ın ana hedefinin manevi anlamda tekamül etmek olduğu inancındayım. Medeniyet ise işte bu noktada olmazsa olmaz bir unsur olarak karşımıza çıkıyor…
Dalai Lama, “dünyanın daha fazla başarılı insana ihtiyacı yok, aksine dünyanın acilen ve her türden barışçı, iyileştirici, onarıcı, öykücü ve sevgi dolu insanlara ihtiyacı var” diyor. Bizim kültürümüzde de bu sözün benzerlerinin aslında pek çok zaman pek çok yerde söylendiğini zannediyorum. Ancak dünyaya hakim sistem bu sözlerin algılanmasından rahatsız oluyor sanıyorum ve o nedenle benzer sözleri aradığınızda bulabilmeyi zorlaştırıyor. Dalai Lama’nın bu cümlesini de google‘da çok az sayfada bulabilirsiniz. Oysa çok sıradan bir şeyi aradığınızda yüzlerce internet sayfası dökülüyor önümüze…
Benim görüşüme göre; insanlaşma yolculuğunda mesafe alamadığımız sürece (ki bence ileri gidemediğimiz gibi, binlerce yıl öncesinin bile gerisine düşmüş durumdayız), hep ben-biz, hep benim-bizim çıkarlarımız (maddi veya manevi) dediğimiz sürece (ki süslü cümlelerimizdeki süsleri temizledikten sonra geriye sadece bu kalıyor, maalesef); bin katlı gökdelenler yapsak bile, Jupiter‘e 10 dakikada ulaşabilecek gemiler icat etsek bile, gerçek bir medeniyet kurmaktan bahsedemeyiz…
Tüm insanlarla ve doğayla ilişkimizde; dayanışma, sevgi, saygı, empati bayraklarını yükseltemediğimiz sürece; barışçı, iyileştirici, onarıcı insanların sayısını artıramadığımız sürece (ki bugün yok denecek kadar azlar), gerçek bir medeniyet kurmaktan bahsedemeyiz, düşüncesindeyim…