Japon asıllı Amerikalı sosyal bilimci Francis Fukuyama (1952-), 1989 yılında ‘Tarihin Sonu’nun geldiğini iddia eden bir tez ortaya atmıştı. Tarihin sonundan kast edilen, anladığım kadarıyla, insanlar/topluluklar arası çekişmelerin bitmesi; savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve benzeri çatışmaların sona ermesiydi.
1985 yılında SSCB’de Glastnost (açıklık) politikaları uygulanmaya başlanmıştı (1991 yılının sonunda da SSCB dağıldı). Fukuyama, SSCB ve tüm diğer komünizme yönelmiş ülkelerin çökmekte olduklarının netleştiği günlerde, ‘Tarihin Sonu’nun geldiğini iddia etti. Fukuyama’ya göre insanoğlunun elindeki en işe yarar yönetim şekli, tüm zaaf ve eksikliklerine rağmen, Liberal Demokrasi idi. SSCB’nin çöküşü ise, Fukuyama’ya göre, bu tezi doğrulayan en son ve en büyük göstergeydi. Bundan sonra ‘Liberal Demokrasi’ dünyaya hakim olacak ve insanlar/topluluklar arası çatışmalar bitecek, meseleler tümüyle sulh ortamında ve kolayca çözülecekti. Ancak 2000’li yıllarda Fukuyama’nın beklediği dünyaya yaklaşmak bir yana, o dünyadan uzaklaşmakta olduğumuzu gördük…
*****
‘Tarihin Sonu’ kavramını Hegel (1770-1831), Fransız Devrimi‘nden sonra liberal devletlerin doğmaya başlaması ve yeni kurulan Prusya Devletinin buna çok iyi bir örnek oluşturduğu düşüncesiyle ortaya atmıştı. Aslında kavramı Hegel ortaya atmıştı atmasına ama, anladığım kadarıyla içini benim gibi sıradan insanların da anlayabileceği şekilde dolduran Alexandre Kojeve (1902-1968) olmuş. Kojeve, Rus asıllı Fransız filozof ve siyasetçi, 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa Ekonomi Bakanı oluyor. Kojeve’e göre insanlık tarihinin itici gücü ‘Efendi-Köle’ çekişmesi ve de yine bununla irtibatlı olarak, insanoğlunun tanınma ve kabul görme arzusudur.Bu teze göre insanlar liberal demokrasi ortamında, zaten tanındıkları ve kabul gördükleri için, başkaları tarafından kabul görebilme amacıyla verdikleri mücadeleye son verirler. Yani Kojeve’ye (ve Fukuyama’ya) göre, çatışmalara yol açan faktör, maddi refah talebi gibi görünse de bunun yanında, başkalarının gözünde önemli sayılma isteği de çatışmaya yol açan ciddi bir faktördür. Kojeve ve Fukuyama bu problemlerin liberal demokrasi tarafından çözülmekte olduğunu ve bu nedenle tarihin sonunun da gelmekte olduğunu iddia ederler. Ama 2000’li yıllarda bu konuda bir geriye gidiş gerçekleşti…
*****
Fukuyama, 2000’lerdeki gelişmelere bakıp, geçtiğimiz yıllarda kendi tezi hakkında geri adımlar atmıştı ama Ukrayna savaşındaki Rus başarısızlığı ile, ‘tarihin sonu’nun geldiğini iddia eden tezine tekrar sarılarak bu yönde yeni bir makale yayınladı. Fukuyama’nın yeni makalesinden bazı cümleler aktarmak istiyorum:
”Geçtiğimiz 10 yılda küresel siyaset, büyük ölçüde, liderleri yasalar veya anayasal kuvvetler ayrılığı mekanizmalarınca kısıtlanmayan, görünüşte güçlü devletler tarafından şekillendirildi. Hem Rusya hem de Çin, liberal demokrasinin uzun süredir düşüşte olduğunu ve demokratik rakipleri çekişirken, tereddüt ederken ve sözlerini yerine getirmekte başarısız olurken, kendi güçlü otoriter hükümetlerinin kararlı bir şekilde hareket edebildiğini ve işleri halledebildiğini savundu. Bu iki ülke, Myanmar’dan Tunus’a, Macaristan’dan El Salvador’a kadar dünya genelinde demokratik kazanımları tersine çeviren daha geniş bir otoriter dalganın öncüsüydü. Ancak geçen yıl boyunca, bu güçlü devletlerin, özünde ciddi zayıflıklar barındırdığı ortaya çıktı.
Söz konusu zayıflıklar iki türlü. Birincisi, gücün tepedeki tek bir liderin elinde toplanması, düşük kaliteli kararlar almayı da beraberinde getiriyor ve zamanla gerçekten feci sonuçlar doğuruyor. İkincisi, ‘güçlü’ devletlerde kamuoyu tartışmasının yürütülmemesi ve herhangi bir hesap verebilirlik mekanizmasının olmaması, liderin desteğinin sığ olduğu ve bir anda aşınabileceği anlamına geliyor.
Hiçbir otoriter hükümet, uzun vadede liberal demokrasiden daha cazip bir toplum sunamaz ve bu nedenle liberal demokrasi, tarihsel ilerlemenin amacı veya bitiş noktası olarak kabul edilebilir. Yoksul, yozlaşmış veya şiddete meyilli ülkelerden ayrılıp; Rusya, Çin veya İran’da değil; liberal, demokratik Batı’da yaşamak isteyen milyonlarca insan bunu fazlasıyla gösteriyor.
Güçlü devletlerin zayıflıkları Rusya’da apaçık ortada. Devlet Başkanı Vladimir Putin tek karar verici; eski Sovyetler Birliği’nin bile, parti liderinin politikalarını süzgeçten geçiren bir Politbürosu vardı. Rejiminin kendisine verdiği desteğin sığlığı, 21 Eylül’de “kısmi” seferberlik ilan ettiğinde genç Rus erkeklerin sınırlara akın etmesiyle ortaya çıktı. 700 bin kadar Rus; Gürcistan, Kazakistan, Finlandiya ve başka ülkelere göç etti. Bu sayı, seferberliğe katılanlardan çok daha fazlaydı. Rusya, küresel bir alay konusu haline geldi. Ukrayna’nın güneyindeki tüm Rus askeri mevziinin çökmesi muhtemel ve Ukraynalılar 2014’ten bu yana ilk kez Kırım Yarımadası’nı kurtarmak için gerçekten bir şansa sahipler. Putin’in kendisinin bir Rus askeri yenilgisinden sağ çıkıp çıkamayacağı cevaplanmamış bir soru olarak duruyor.
Benzer bir şey, bu kadar dramatik olmasa da, Çin’de yaşanıyor. Çin otoriterizminin ayırt edici özelliklerinden biri, kurumsallaşma derecesiydi. Çin Komünist Partisi, 1978 reformları ile, kendisine birçok kural koydu: Parti kadroları için zorunlu emeklilik yaşları, işe alma ve terfi için katı liyakat standartları ve hepsinden önemlisi partinin en üst düzey liderliği için 10 yıllık bir görev süresi sınırı. Tek bir liderin egemenliğini önlemek amacıyla tam anlamıyla kolektif bir liderlik sistemi tesis etti. Bunların çoğu, Şi Jinping döneminde terk edildi. Kolektif liderlik yerine Çin, başka hiçbir üst düzey yetkilinin Şi’ye meydan okuyamayacağı kişisel bir sisteme geçti. Otoritenin tek bir kişide bu kadar yoğunlaşması, kötü kararlar alınmasına yol açtı. Parti, Alibaba gibi yıldızların peşine düşüp teknoloji sektörünü sekteye uğratarak ekonomiye müdahale etti, Çin’li çiftçileri, tarımsal kendi kendine yeterlilik arayışında para kaybettiren mahsulleri ekmeye zorladı ve iki yıl önce Covid’in kontrolünde kazanılmış gibi görünen zafer, uzun süreli bir fiyaskoya dönüştü. Tüm bunlar, Çin’in ekonomiyi canlı tutmak için gayrimenkulde yoğunlaşan devlet yatırımına dayanan temel büyüme modelinin başarısızlığının üstüne ilave oldu. Temel iktisat, bunun, kaynakların büyük ölçüde yanlış tahsisine yol açacağını öne sürer ki bu fiilen gerçekleşiyor.”
*****
Fukuyama, Rusya ve Çin’in yanı sıra İran ve Venezuela gibi otoriter rejimlerin de baş aşağı gittiklerini anlattığı yazısında, 1989 yılında ortaya attığı ‘Tarihin Sonu’ tezinin tarihin kendisi tarafından haklı çıkarılmaya başlandığını anlatıyor, hararetle…
Ancak Baha bu fikirde değil. Öncelikle Baha, Fukuyama’nın bilimsel bir dürtüyle değil, küresel egemenlerin istekleri nedeniyle bunları yazdığını düşünüyor. Hem Fukuyama’nın tezini, hem de Huntington‘ın Medeniyetler Çatışması kitabını, tarihsel sürecin analizini yapmaktan çok, küresel egemenlerin dünyayı götürmek istedikleri yerin propagandası olarak görüyor. Baha diyor ki, ”Liberal Demokratik Devletler sermayeyi kontrol edemez, tam tersine, böyle bir ortamda sermaye devletleri kontrol eder, yani aç gözlülükten arınması mümkün görünmeyen sermaye, tarihin sonunu getirebilecek bir huzur ortamının doğmasını sağlayamaz”. Ve şunu da ekliyor Baha, ”sermaye grupları karşılarında savaşacakları güçler olduğunda birlik içindeler ama karşılarında gerçekten bir güç kalmaz ise, kendi içlerinde çatışmaya başlayacaklar, Soros’un teknoloji devleriyle zaman zaman sözlü atışmaları, bu çatışmanın ilk nereden patlak verebileceğini bize gösteriyor.” Tabii ki böyle bir yeni kavga ortamı, istenen huzurlu dünyayı sağlayamaz…
Konuyla ilgili yazılabilecek başka şeyler de var ama yazı çok uzadı, o nedenle belki başka bir yazı ile devam etmek gerekecek…