Sevgili Yalovalılar…
Bu hafta sizlere Yakup Kadri’nin bizzat Atatürk’ten dinlediği ve Milliyet gazetesinde yayınladığı hatıratı anlatım biçiminin hiçbir yerine dokunmadan yazıyorum. Sığırtmaç Mustafa anısını defalarca okumuş veya yazıldığını görmüş olabilirsiniz. Hiç üşenmeyiniz… Yakup Kadri’nin anlatımından bir kez daha okuyunuz…
Çünkü anlatımın tamamı Atatürk’e aittir.
Biz Yalova hatırası diyoruz ama Yakup Kadri, “Türk Efsanesi” diyor.
…
Yalovalı küçük çoban, adıyla sanıyla Sığırtmaç Mustafa, bu mevsimin meraklı çehrelerinden biri oldu. Gazi Hazretleri neye dokunmazlar, neye bakmazlar ve neyin yanından geçmezler ki o şey, o kimse veya o yer derhal birinci plana girmez ve en ehemmiyetli mahiyetlerden biri olmaz? İşte Sığırtmaç Mustafa’nın hikâyesi de yirminci asrın ortasında sanki Türk efsaneleri sırasında harikulade bir masal oldu. Bu masalı ilk defa Gazi Hazretlerinin ağızlarından işitmek bahtiyarlığına erdim, buyurdular ki:
-Cılız, solgun, ayakları yarı çıplak bir köylü çocuğu önümüze çıktı. Yolu sorduk. Bir büyük adam vakarıyla durdu ve bize takip edeceğimiz istikametleri anlatmaya başladı. “Böyle olmaz, sen bizimle beraber yürü, göster” dedim. Yürüdük. Konuşmaya başladık. Evvela adını sorduk. “Mustafa” dedi. “Benim adım da Mustafa” dedim. “Pekâlâ” dedi. “Sen burada ne yaparsın?” diye sorduk. “Nah şu gördüğün sığırları güderim!” dedi. “O sığırlar kimindir?” dedik. “Ağalarındır” cevabını verdi. “Bu iş için ağalar sana ne verirler?” dedik. “Üç lira” dedi. “Günde üç lira mı?” Hayretle yüzümüze baktı. “Hiç adama günde üç lira verirler mi?” dedi. Anladık ki ayda üç lira alıyormuş ve bu parayla köydeki anne ve babasına da yetişiyormuş. Bizim bu parayı pek az bulduğumuzu sezerek “Ama üstüme başıma ve boğazıma da onlar bakarlar” dedi. “Kunduranı da onlar mı alırlar?” Parmakları dışarıya fırlamış, çarıklı ayağını uzattı. “Ben kundura giymem ki” dedi.
Bu konuşmamız esnasında hiçbir şey onda bir fukara çocuk zelilliğini ifşâ etmiyordu. Başını narin başının üstünde dimdik tutuyordu.
Bizi yolun ta başına getirdikten sonra daha ileriye gidemeyeceğini söyledi; hayvanlardan uzaklaşmak işine gelmiyordu. Aramızda şu muhavere geçti:
-Gazi Paşa buralara geldi mi?
-Birkaç defa gelmiş, gitmiş; fakat ben görmedim.
-Sen onu sever misin?
-Severim ya.
-Neden seversin?
Düşündü, düşündü:
-Paşa da ondan; dedi.
“Bunun üzerine bahsi gene para meselesine çevirdik.
“-Mustafa sen ayda üç lira aldığını söylemiştin. Şu halde on aylığın kaça gelir dersin?”
Bir müddet düşündükten sonra: “Bilmiyorum!” dedi. Kendisine içinden çıkamadığı hesabında yardım ettik. Anladı. Çıkardım kendisine onar onar sayarak ve on liralık kâğıtları göstererek –çünkü ömründe on liralık kâğıt hiç görmemişti- işte al bu senin olsun” dedik. Sevinerek parayı kaptığını sanırsınız değil mi? Hayır! Başını kaldırdı sordu:
“-Sen bu parayı bana neden veriyorsun?
“-Bize yol gösterdin de onun için…
“-Ha, öyle ise peki.
“Lakin küçük çoban parayı koyacak yer bulamıyordu. Baktık bütün cepleri delikti. Nihayet mintanının iç tarafında bir küçük cebe otuz lirayı yerleştirebildik.”
“-Şimdi, dedi, hayvanları ilettikten sonra bunu götürür anama veririm.
“-Al şu cıgaraları da içersin!
“-Sınaşmam; dedi.
“Buna rağmen verdiğimiz cıgaraları aldı; götürüp ağalara dağıtacaktı. Bir çitin arkasına atlayıp bize yol verdi.
“-Allaha ısmarladık Mustafa! Diye seslendim.
“-Uğurlar olsun Mustafa! Dedi.
“-Ama benim ismimim arkasında Kemal var dedim; dedim ve ilave ettim – Mustafa Kemal, Mustafa Kemal. Çocuk bir yankı gibi bu iki kelimeyi tekrar etti…
…
“Ertesi gün jandarmalar onu bulup benim yanıma getirirlerken bu ismi tekrar ediyormuş. “Sus, ona Gazi Paşa derler!” demişler.
“Onun içindir ki elinde sopasıyla önüme çıktığı vakit benim – Hoş geldin Mustafa” hitabıma “Merhaba Gazi Paşa” diye mukabele etti. “Nasıl? Dedim; benim adım Mustafa, Mustafa Kemal değil miydi?”
Başını hakimane bir eda ile salladı:
“-Onun ikisi de birdir, dedi.
YAKUP KADRİ
26.09.1929 (Milliyet Gazetesi, Sayfa 1)