Haber / Zeynep TAŞTAN
Prof. Seval Sözen, 2021’in yaz döneminde Marmara ve Kuzey Ege’de doğal yaşamı etkileyen ve kamuoyunda müsilaj olarak bilinen deniz salyası ile ilgili olarak ciddi açıklamalarda bulundu. İBB Bilimsel Kurulu üyeliğini de sürdüren TÜBİTAK ödüllü öğretim üyesi, kalıcı önlemler alınmaması halinde müsilaj başta olmak çevre kirliliğinin yaşam alanlarında onarılmaz tahribata yol açacağını söyledi. Sözen, yaptığı açıklamada, şu sözlere yer verdi: “Müsilaj bitti mi sorusuna cevap vermeden önce müsilajın ne olduğunu hatırlayalım. En basit şekli ile iki farklı mikroorganizma grubunun deniz ortamında birlikte aşırı çoğalması sonucu ortaya çıkan mikro oluşumların birbirlerine bağlanarak irileşmesi sonucu oluşan biyokütleye müsilaj deniyor. Bu gruplar çoğalma sürecinde farklı karbon kaynakları kullanıyor: İlki, sudaki azot ve fosfor (besi maddeleri) ile beslenen ve fotosentez süreci ile atmosferdeki karbon dioksiti (CO2) kullanarak çoğalan fitoplankton ve bunlarla beslenen zooplankton türleri; ikincisi ise, sudaki organik karbonu hem enerji hem de karbon kaynağı olarak kullanarak çoğalan bakteri ve benzeri mikroorganizmalar. Su sıcaklığındaki mevsimsel artışın deniz bakterilerinin çoğalmasını aşırı hızlandırdığı biliniyor. Sakin, sığ ve sıcaklık artışının en fazla etkili olduğu sahil kesiminde çoğalma tetikleniyor. Birbirlerine bağlanma sonucu ağırlaşarak çökebilen kısım yavaşça dibe çöküyor. Şu anda yüzeyde görülmüyor olabilir, ancak yüzeyin altındaki su tabakasında ve özellikle deniz tabanında bulunuyor, uygun koşullar oluştuğunda, örneğin su sıcaklığı arttığında sakin ve sığ ortamlarda tekrar yüzeye çıkabilecek. Bu süre zarfında müsilaj oluşumuna neden olan unsurlar tamamen ortadan kaldırılmadığına göre uygun koşullar sağlandığında yeniden görülecek. Müsilaj ile mücadelede ilk yönetimsel adım 6 Haziran 2021’de atıldı ve 22 maddeden oluşan Marmara Denizi Eylem Planı açıklandı. Bu plandan hemen sonra, Marmara Denizi’nin durumu ve yapılan deşarjların seviyesi ortaya konmadan, 22 Haziran 2021’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Marmara Denizi Havzasında yer alan atıksu arıtma tesislerinin Marmara Denizi’ne yapılacak deşarjlarını organik madde açısından daha da kısıtlayan bir genelge yayımlandı. Bu genelge ile Marmara Denizi’ne deşarjı olan endüstriyel atıksuların her biri için şu anda uygulanan organik madde standartlarından daha sıkı limitler getirildi. Bu adımlar sonrasında gözler hemen İstanbul’a çevrildi ve TBMM Müsilaj Sorununu Araştırma Komisyonu Başkanı Mustafa Demir İstanbul’un Marmara Denizi’ne bıraktığı kirlilik yükünün yüzde 76 olduğunu açıkladı ve bu nedenle de İstanbul’un yapacağı projelerin son derece önem taşıdığını vurguladı. Ne var ki bu yüzdenin Marmara Havzası’ndan kaynaklanan tüm kirleticilerin ayak izleri belirlenmeden verilmiş olduğunu düşünüyorum. Burada dikkate alınması gereken önemli bir nokta, deşarj standartlarının “en uygun arıtma teknolojisi” kavramı gözetilerek belirlendiğidir. Bu esasla tanımlanmış standartlara herhangi bir bilimsel esasa bağlı olmaksızın getirilen ek kısıtlamalar belirli teknolojilerin kullanımının dayatılmasından öteye geçemez. Özellikle endüstriyel atıksu deşarjlarına getirilen bu ilave kısıtlar söz konusu olduğunda, ilave yatırım yapmak istemeyen endüstriler yeni standardı sağlamak amacıyla çıkış sularını seyreltmeye yönelebilir. Bu da zaten kısıtlı olan temiz su kaynaklarının boşa harcanması anlamına gelir. Kentsel atık sulara yönelik kısıtlamalar belirli bir kapasitenin üzerindeki arıtma tesislerinden organik madde giderimine ilave olarak azot ve fosfor parametrelerinin giderimini de hedefleyen ileri biyolojik arıtma proseslerinin uygulanması yönünde şekillenmiştir. Marmara Denizi’ne doğrudan yapılacak deşarjlarda ileri biyolojik arıtma düzeni beklenmesi doğru bir yaklaşımdır. Burada Karadeniz- İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi etkileşiminin dikkate alınması gerekir. Zira Karadeniz taşıdığı kirlilik yükü nedeniyle Marmara Denizi’ni kirleten önemli bir kaynaktır. Karadeniz’den üst akım ile İstanbul Boğazı üzerinden Marmara Denizi’ne günde 217 ton azot ve 17 ton fosfor taşınmaktadır, bu değerler yaklaşık olarak 27 milyon kişi nüfus eşdeğeri azot ve 13 milyon kişi nüfus eşdeğeri fosfor yükü olarak kabul edilebilir. Dolayısı ile sürdürülebilir bir eylem planının uygulanabilmesi için Karadeniz havzasına etki eden ülkelerin tamamının katıldığı uluslararası görüşmeler ile bu girdinin de kısıtlanmasına yönelik tedbirler alınmalıdır. Müsilaj sorununun çözülebilmesi için tedavi öncesinde ilk yapmamız gereken şey doğru teşhistir. Yani Marmara Denizi’ne gelen kirletici yüklerin doğru belirlenmesi gerekliliğidir. “Bunu biliyoruz, bakıyoruz ve inceliyoruz” deniyor ama bakışların sadece İstanbul’a çevrilmesi doğru olmadığı gibi yeterli de değil. Marmara Denizi’ne kıyısı olan birçok şehir var, bu şehirlerden gelen kirletici yükler nelerdir. Ergene deşarjı, Susurluk havzası, Dil Ovası gibi birçok bölgede endüstriyel kirletme potansiyelinin ne olduğu belirlenmeli. Endüstrilerden ısınmaya neden olacak önemli miktarda soğutma suyu deşarjları da yapılıyor. Bu konuda da gerekli çalışmaların yapılması zorunlu. Evsel ve endüstriyel kirletici yüklerle birlikte tarımsal kirletici yükler de saptanarak tüm karasal kirletici kaynakların ayak izleri çıkartılmalıdır. Tarımsal alanlardan gelen yayılı kaynak olarak nitelendirdiğimiz kirleticilerin kentsel atıksu deşarjlarının çok üzerinde olduğunu dikkate almak gerekir. Marmara Denizi’ne ilave kirletici yük getirecek Kanal İstanbul projesinin iptali müsilaj sorununun büyümesindeki çarenin ilk adımı olacaktır. Bunun ötesinde Marmara Denizi kıyı şeridinde 30 m derinliğe kadar kapsamlı ve sürekli bir su kalitesi incelemesi başlatılmalı ve müsilaj oluşumunu tetikleyen koşullar saptanmalıdır. Daha önce TÜBİTAK-MAM tarafından İstanbul kıyılarında yürütülen çalışmalar Marmara Denizi’nin tüm kıyı şeridine genişletilerek müsilajı tetikleyen koşullar bilimsel bir çalışma programı ile ortaya konmalıdır.”