Zaman zaman çevremden duyduğum bir cümle var: ”Herkes bizim gibi iyi insan olsa, dünya böyle kötü bir yer olmazdı”. Çocukluğumda bu cümleyi daha sık duyardım, son yıllarda söylenme sıklığı biraz azaldı gibi ama hala bazen duyuyorum. Kendimizi iyi tarafta görmek herhalde içimizi rahatlatıyor. İnsanları, iyiler ve kötüler şeklinde iki gruba ayırma eğilimi var çoğumuzda. Tamamen yanıldıklarını düşünüyorum…
Yazının başlığı Hannah Arendt‘in yazdığı bir kitabın adı. Kitap, Yahudi Soykırımındaki görevlilerden Eichmann‘ın İsrail’deki yargılama sürecini anlatıyor. Hem Arendt, hem de dava sürecinde Eichmann’ı muayene eden psikiyatristlerin tümü, Eichmann’ın kötülüğe eğilimli değil, son derece normal bir insan olduğunu söylüyorlar…
Eichmann davasında herkes; karşısında Yahudiler’den nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu; oysa, Arendt’in sözleriyle, “Eichmann’ın Yahudiler’den hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu.” Aksine, Adolf Eichmann son derece sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka bir şey değildi…
Eichmann savunmasını şöyle yapar: “Çok sayıda insanın yer aldığı, muntazam işleyen bir sistemimiz vardı ve ben o sistemin bir parçasıydım. Her şeyi, nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yapıyordum. Ben sadece emirleri uyguluyordum…”
*****
”İyi ve kötü” üzerine en fazla düşünen filozoflardan biri Kant. Kant Etiği‘ne göre insandaki iyi ve kötü algısı ”insana duyulan saygı” ile şekillenmelidir. Ona göre bir şeyin etik olmasının öncelikli şartı, iyi niyetle yapılmış olmasıdır. Filozof ödev ahlakı kavramını ortaya koyar ve bu konuda yaptığı ilk ayrım ”ödev” ve ”eğilim” arasındadır. Kant’a göre ödevin ne olduğu her zaman açıktır ve ona şu soruyla ulaşırız, ”Bütün insanlar böyle yapsa dünya nasıl olur?” Bu basit şekilde evrensel ahlak yasasıdır…
Yani Eichmann, ”bu bizim yaptığımızı birgün Yahudiler de Almanlara yapmaya kalksa, Macarlar Avusturyalılara yapmaya kalksa, Slovaklar Çeklere yapmaya kalksa; dünya nasıl bir dünya haline gelir, bu dünyada yaşamak beni mutlu eder mi?” diye düşünse, kendisine verilen görevleri uygular mıydı? Kant, ‘Evrensel Ahlak Yasası’nı kendinize sürekli sorarak yola devam edin diyor ama bunu Eichmann gibi ‘normal’ bir insanın yapabilmesi mümkün mü? Benim gibi sıradan insanların (ki biz sanıyorum %99.9’u oluşturuyoruz), bu soruyu aklından çıkartmadan ve ona bağlı kalarak yaşaması mümkün mü? Hiç zannetmiyorum…
*****
Sebile Başok, ‘Kötülüğün Sıradanlığı‘ üzerine yazdıklarında şunları söylüyor: İnsanlar, kafa yormaktan kaçınma ve dolayısıyla neden-sonuç zincirinin son halkasını görmeye yanaşmama eğilimindedir. Ortaya çıkan ahlaki körlük nedeniyle silah fabrikasında çalışan, yeni siparişler sayesinde fabrikalarının kapanmamasına sevinen işçiler, Etiyopyalılarla Eritrelilerin birbirine karşı gerçekleştirdiği katliamlara gerçekten üzülebilmektedir. Benzer şekilde hammadde fiyatlarındaki düşüş dünya çapında iyi haber olarak görülürken, Afrikalı çocukların açlıktan ölmesi yerkürede gözyaşlarıyla karşılanabilmektedir. Bu güçlük, kişinin ahlaki bütünlüğünü bozmadan ve onu ahlaki çöküşe uğramadan Hiroşima ya da Dresden’e bomba atmasını, güdümlü füze üssünde kendisine verilen görevleri yapmasını, nükleer savaş başlıkları tasarlamasını mümkün kılmaktadır…
George Orwell şöyle anlatır: Ben bunları yazarken, son derece medeni insanlar, tepemde uçarak beni öldürmeye çalışıyorlar. Bireysel olarak bana bir düşmanlıkları yok, aynı şekilde ben de onların düşmanı değilim. Klasik ifadeyle, “onlar sadece görevlerini yapıyorlar.” Hiç şüphem yok ki, birçokları, iyi kalpli, yasalara uyan, özel hayatlarında cinayet işlemeyi hayal bile edemeyecek olan insanlar. Diğer yandan, bunlardan birinin beni iyi nişanlanmış bir bombayla havaya uçurmayı başarması halinde, bu yüzden uykularından olacağını da hiç sanmıyorum…
Milgram, deneyinde gönüllü olanlara öğrenmenin etkileri hakkında bir çalışmada yer alacaklarını söyler. Öğrenci yanlış yanıt verdiğinde deneğe bir düğmeye basması söylenir, bu düğmenin öğrenciye elektrik vereceği de belirtilir. Öğrenci yan odadaki bir sandalyeye bağlanmıştır ve vücuduna elektrotlar yerleştirilmiştir. Deneklere farklı düğmelere basarak giderek artan şiddette elektrik şokları verdikleri düşündürülmüş ve yan taraftaki öğrenci de buna uygun şekilde rol yapmıştır. 15 ile 450 volt arasında değişen otuz düğme vardır. 75 voltta öğrenci inler, 285 voltta acı dolu çığlıklar atmaya başlar. Tereddüt eden deneklere devam etmeleri emredilir. Deneye katılan kırk kişiden yirmi altısı en yüksek şoka kadar devam etmiştir. 450 voltluk bu en yüksek seviyedeki şokun üzerinde “Tehlike: Öldürücü Şok” yazmasına rağmen bu kişiler verilen emri yerine getirmiştir…
Zimbardo ise Standford Üniversitesi’nde yürüttüğü deneyde bazı denekleri mahkum rolü, bazılarını da gardiyan rolü oynamak üzere rastgele seçmiştir. Deney sırasında gardiyan rolü verilenlerin, mahkum rolünü oynayanlara karşı sadistçe davranmaya başladığı görülmüştür. Bu deney, gardiyanlık yapmak için seçilen normal, sadist profiline uymayan insanların sadistçe davranışlar sergilemelerinin mümkün olduğunu göstermiştir…
*****
Hikayeyi bilirsiniz: Yaşlı Kızılderili reisi torunuyla birlikte kulübesinin önünde oturmakta ve az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izlemektedir. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtır. Çocuk köpeklerin renklerinin neden özellikle siyah ve beyaz olduğunu anlamak ister. Yaşlı reis, “onlar benim için iki simgedir evlat.” der. “Neyin simgesi?” diye sorar çocuk. Dedesi: “İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Çocuk, “peki, hangisi kazanır bu mücadeleyi?”. Bilge reis, derin bir gülümsemeyle torununa bakar ve “hangisi mi evlat?, ben hangisini daha iyi beslersem o kazanır” der…
Tüm insanlarda, yani her birimizde melek ve şeytan özelliklerinin tümünün bulunduğuna inanıyorum. Hangi tarafa ağırlık verebilirsek, o çizgiye yakın bir hayat sürüyoruz. Ancak çeşitli nedenlerle sık sık, çizgimiz bozulabiliyor. Bazen de ipin ucu öyle bir kaçıyor ki, kendimizi bile tanıyamaz hale gelebiliyoruz. Kötülüğe doğru kayılan durumlarda, insan bunu kendine bile itiraf edemiyordur diye düşünüyorum…
*****
Nazım Hikmet, Umut şiirinde şunları yazmış: Ve güneş doğarken zenci şoförü/ Ağaca asarlar yol kıyısında/ Gaz yağına bulayarak yakarlar/ Sonra kimi kahve içmeye gider/ Kimi saç tıraşı olur berberde/ Kimi dükkanını açar erkenden/ Kimi genç kızını öper alnından…
Aristoteles, entelektüel derinliğin ahlaki açıdan bir garanti sağlamadığının farkındaydı. Ona göre iyi karakterin anahtarı, çocuklara erken yaşlardan itibaren cömertlik, cesaret ya da dostluk gibi erdemleri hayata geçirmekten haz duyan bir mizaç aşılamakta yatar…
Arendt’e göre ise ahlakın temeli, kişinin sürekli kendisinin farkında olması ve eleştirelliktir. Arendt, uyurgezere benzettiği insanları düşünmenin uyandıracağı iddiasındadır. Ona göre düşünmeden yaşamak mümkünse de böyle bir hayat sadece anlamsız değil, aynı zamanda tam bir canlılıktan yoksundur. Arendt, 20. yüzyılda anlamsızlığın artışına sağduyunun zayıflamasının eşlik ettiği iddiasındadır…
Umarım yaşadığımız ‘uyurgezerlik’ten bizi uyandıracak düşünce önderleri yakın zamanda önümüze düşerler. Kurtarıcı aramanın ne kadar beyhude bir uğraş olduğunu bildiğim halde, yine de daha parlak bir düşünce aklıma gelmiyor…