Özellikle siyaset alanında ve Sivil Toplum Kuruluşlarında sık yaşanır; bu kurumlardan birinde aktif olarak görev alan herhangi bir kişi, kurum içindeki yükselme sürecinde çok demokratik bir tavırdan yanayken, eğer eline önemli bir güç geçirebilirse, nispi olarak tepe bir noktada nasıl sürekli kalabileceğinin ve direktiflerini altındakilere nasıl dikte edebileceğinin yollarını aramaya başlar ve bazen kendince bulur, taa ki devrilene kadar…
Bu kişilerin (herhangi bir kurumda yükselme eğilimi ve potansiyeli olan kişiler) çoğu yola çıktıklarında aslında gerçekten demokrattır (bence pek çoğu öyledir ama Yıldız böyle düşünmüyor, otoriterleşenin baştan da bunu planladığını düşünüyor). Tepeye vardıktan sonra, gayet uzun gibi görünen makul kalış süresinin göz açıp kapayana kadar geçtiğini görürler. Oysa yapmayı planladıkları ve çoğunu henüz yapamadıkları büyük hayalleri vardır. Bu hayalleri kendilerinden başka kimsenin gerçekleştiremeyeceğini düşünürler. Aslında gerçekten de öyledir, çünkü hayaller de parmak izleri gibi tekdir, yeganedir, benzer hayallerden az da olsa ayrılır. Süreyi sonsuza doğru uzatma isteğinin yanında bir de kafalarındakileri hızla gerçekleştiremediklerini görüp, engel çıkaran demokratik süreçleri ortadan kaldırma isteği içine de girerler…
Açıkçası gücü elinde bulundurmak, yaşama enerjisini yükseltmekte, yani insanın kendisini iyi hissetmesini sağlamaktadır (Yıldız’ın okuduğu son kitaplardan birinde, güç isteğinin ölüm korkusunu bastırmak gibi bir işlevi olduğu anlatılıyormuş, yani isteğin arkasındaki asıl neden buymuş, bu kitaba göre). Güç sahibi olmanın kendini iyi hissetmeye yol açması, onun tadını alanların duydukları aşkın ana nedeni olabilir…
*****
Siyasi parti faaliyetlerinde, TMMOB‘de, YTSO‘da ve diğer bazı STK’larda görev aldığım dönemlerde, genellikle kısa bir süre sonra kendi varlığımı kurum için çok önemli görmeye başladığımı hatırlıyorum. Diktatoryal aşamalara geçebilecek kadar önemli pozisyonlarım olmadı, olsaydı muhtemelen ben de sözümün daha sıkı nasıl dinlenebileceğinin yollarını arardım. Muhtemelen şöyle düşünüyor olurdum: ‘Önemli şeyler söylüyorum, bunlar mutlaka hayata geçirilmeli’…
Mesela teorik olarak ürettiğim ama pratikte uygulama şansı henüz bulamadığım ‘Aile Vizyonu‘ hayalimde de, eğer ortamı yakalayabilsem ve ilerleyebilsem, vizyonun ileriki aşamalarında, oldukça diktatoryal çerçeveler üretme ihtimalim olduğunu görüyorum (belki insanların katılım konusundaki isteksizliği bunu önceden görüyor olmalarındandır, kim bilir). Yani aslında kendim için değil (hadi yumuşatayım; en azından tamamen kendim için değil), onların yani mensubiyetimizin iyiliği adına tasarlanmış şeyler bunlar. Ama süreç başlasa bile, muhtemelen her aşamada direnç doğacaktır ve o noktalarda, sanıyorum, yaptıklarımın nankörlükle cevap bulduğunu düşüneceğim…
*****
Yakın tarihimizde demokrasi/özgürlük (orijinalinde; hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet) diyerek gelip, koyu bir diktatörlüğe yönelmiş olan Enver-Talat-Cemal Üçlüsü (İttihat ve Terakki Partisi) var. Başlangıçta; hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet isteklerinde samimi olduklarına inanıyorum, yani bence diktatörlük kurma gayesiyle gelmediler. Ama içeride çok güçlendiler, buna karşın koşullar bekledikleri gibi olumlu gelişmedi (Murphy Kanunları bunun sürpriz olmadığını söylüyor), şer güçler de içeride ve dışarıda sürekli aleyhlerine çalışıyordu (başka türlüsü nerede görülmüş ki?). Dolayısıyla çok hürriyetle iyi idare edemeyeceklerini düşündüler ve gitgide sertleştiler, sertleştiler…2.Abdülhamit‘in otoriter yönetiminden bunalan, Mehmet Akif‘ten Said Nursi‘ye kadar geniş kesimler, ana omurgasını İttihatçı düşüncenin oluşturduğu muhalif saflara yöneldiler ama İttihatçılar yani onların politikasını belirleyen üç paşa da otoriterleşince, hürriyet ve adaletten yana olanlar onlara da muhalefet etmeye başladılar…
*****
Napolyon da, Fransa’da siyasi sahneye bir özgürlük aşığı olarak girdi. Alman filozofu Hegel, Almanya’yı işgal etmiş olan Napolyon’u destekliyordu, özgürlükçü düşünceleri nedeniyle (tabii ülkesindeki milliyetçilerin yoğun hışmına uğradı). Yine bir Alman olan Beethoven 3. Senfonisini Napolyon Bonapart‘a adadı. Yaşamı ağırlıklı olarak Avusturya’da geçen Beethoven, Avusturya ordusu Napolyon’a karşı savaşırken bile Napolyon’u desteklemişti. Diğer bir Alman olan Goethe için de, Almanya Fransızlar tarafından işgal edildikten sonra bile Napolyon sadece bir deha değil aynı zamanda çok sevimli bir insandı.
Gücün çekiciliğine kapılan Napolyon bir süre sonra kendisini imparator olarak ilan ettirtti ve kendisini destekleyen çeşitli ülkelere mensup pek çok insan ona olan sempatilerini kaybettiler(mesela Beethoven 3. Senfoni’yi Napolyon’a adama kararını geri aldı)…
*****
Eski valilerimizden Yusuf Erbay‘ın yazdığı ‘Gerçeğin Efsanesi-İnsan Bedreddin‘ isimli kitapta şu cümle yer alıyor: “2. Mehmet‘in hocası olan Akşemseddin, ”Fatih” olduktan sonra takındığı baskıcı ve merkezci tavırlarını tasvip etmeyerek uzaklaşmış ve Göynük’e yerleşmişti”. Bu yorum eğer objektif tarihçilerin de onayladığı bir yorum ise, buradan Fatih’in de liderlik serüvenine daha özgürlükçü bir noktadan başlayıp, sonrasında ‘baskıcı ve merkezci’ bir yönetim tarzına yöneldiğini anlıyoruz. Baha‘ya göre de, Fatih’le beraber orduda ve ekonomide çok hızlı ilerlemeler sağlanmış ancak düşünsel gelişme, özgür/farklı düşünceye izin verilmediğinden, tüm İslam dünyasını kapsayacak şekilde yok olmaya başlamıştır (Baha’ya göre, islam toplumunda farklılıklara izin vermeyerek düşünsel gelişmeyi yok eden, çoraklaşmaya yol açan süreç Kanuni döneminde zirve noktasına ulaştı). Yani otoriterlikten doğan yıkımlar bazen fiziksel alanda, bazen de düşünsel alanda gerçekleşmiştir. Bazen de her iki alanda birden…(Yusuf Erbay’ın kitabının iyi yazılmış bir kitap olduğunu ve önemli bir boşluğu doldurduğunu düşünüyorum ve okumak isteyebileceklere öneriyorum)…
*****
Zeki ve önemli işler yapabilme kabiliyetine sahip kişiler, özgürlük kavramını az-çok önemseyerek girdikleri yönetim süreçlerinde, daha iyi işler yapabilme adına (tabii bunun arkasında o kişinin psikolojik ihtiyaçları da var) bir süre sonra otoriter bir çizgiye kayabilmektedirler. Kısmen parlak başarılar elde edip, bunları daha da artırma peşine düşenler, Üç Osmanlı Paşası ve Napolyon örneklerinde olduğu gibi, kendilerinin ve liderlik ettikleri toplumların bedel ödemesini gerektiren bir noktaya, her zaman olmasa da bazen gelebiliyorlar(Bazen de, Fatih döneminde olduğu gibi, düşünsel dünyada başlayan çoraklaşma ile farklı bir bedel ödenmekte). İddialı işlerin ters gitmesi ile ödenebilecek toplu bedel, yönetilen yapının büyüklüğü ile orantılı. Bu, otoriter yapının doğurabileceği belki de en ciddi risk…
Tabii yönetim süreci önemli bir problemle karşılaşmadan sürdürülse bile, olan-biten sizin yaşam vizyonunuza çok aykırıysa, var olan durum her halükarda sizi mutsuz etmeye devam eder. Bütün bunların ötesinde belki de ilgiye en fazla muhtaç nokta, bu süreçlerde özgürlük kavramının insanoğlu için gerçekte çok önemli bir kavram olup olmadığı sorusu ile karşılaşıyor olmamız. Bir diğer söyleyişle; başarı için özgürlük ne oranda feda edilebilir sorusu ile karşılaşırız. Başarı kavramına karşı kuşkulu yaklaşımım, yaşım ilerledikçe giderek arttı, özgürlük kavramı hakkında ise kafam çok daha karışık…
Konunun bugün de, tarihte de; bulunduğumuz ilde de, dünya genelinde de yüzlerce/binlerce örneği var. Bu potansiyeli kendi içimde de barındırdığımı hissettiğimden yukarıda bahsettim. O nedenle, Hasan Cemal’in (bahsi geçen Cemal Paşa’nın torunu) kitabına verdiği adla yazıyı bitireyim: ‘Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım‘…