Çok kötü bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorum. Elimizdeki veriler dünyanın geçmişte de hemen hemen her zaman çok kötü bir yer olduğunu bize anlatıyor (anlatılarda kötü sıfatı yer almasa da, anlatılanların içeriğine baktığımda olan bitenin bu sıfatı hak ettiğini görüyorum). Mutlak gerçek gibi bize sunulan bu ortam, hayvan belgeselleriyle de destekleniyor. Hayvanlar da sürekli olarak birbirlerini öldürüyorlar, yiyorlar, aynı cinsten olanlarla acımasız bir rekabete giriyorlar, gerektiğinde onları da eziyorlar, öldürüyorlar (tabii ki bu belgesellerde de kötü sıfatı kullanılmıyor). Bize hep böyle gösterildi. Büyük balık küçük balığı hep yutuyordu. Birey olarak küçük balık olmamak gerekiyordu, aileler çocuklarına bu mesajı verdiler hep. Ülke olarak da küçük balık olmamak gerekiyordu, tüm devletler de özellikle öğretmenler eliyle bu mesajı verdiler vatandaşlarına sistemli bir şekilde. Dünya bir rekabet alanıydı ve alta düşmemek gerekiyordu, eldeki tüm veriler bu bakışı doğruluyordu, bunu ezberleyerek büyüdük…
*****
Yaklaşık 11 bin yıl önce tarım yapmaya başlamamızla insan topluluklarında; eşitsizlik, hiyerarşi ve bürokrasi oluşmuştu. Oysa avcı-toplayıcı haldeyken küçük ve eşitlikçi topluluklar vardı, devlet kavramı yoktu. Söz sahibi tarihçiler böyle iddia ediyorlardı. Bir diğer geniş kabul gören iddia da, insanlık tarihinin hep ileriye, daha iyiye doğru gittiği yönündeydi. Yani insanoğlu sürekli bir ilerleme ve gelişme içindeydi. Bunları iddia edenler görüşlerini Rousseau veya Hegel gibi önemli isimlere dayandırıyorlardı. Bu bakışın günümüzdeki popüler yazarları da Fukuyama ve Harari gibi isimlerdi…
Kesin doğru olarak sunulan bu bakışlar, 2020 yılında ‘Her Şeyin Şafağı’ isimli kitabın yayınlanmasıyla sarsıntı geçirdi. Kitabın yazarları İngiliz Arkeoloji Profesörü David Wengrow ve Amerikalı Antropoloji Profesörü David Graeber‘di ve tartışılmaz gerçekler şeklinde sunulanların aslında hiç de gerçek olmadıklarını anlatıyorlardı. Sunday Times, Observer ve BBC’nin yılın tarih kitabı olarak seçtiği bu kitap ezberleri bozdu. Yazarlar bu kitapta, ‘insanoğlunun, kendisini yeniden üretme olasılığını artık hayal bile edemeyecek kadar sıkı kavramsal prangalara nasıl vurulduğunu’ sorguluyorlardı…
*****
Kitaptaki ilginç noktalardan biri, Avrupa’daki Aydınlanma Çağının esin kaynaklarının aslında ilkel diye nitelenen toplumlar oldukları, mesela Fransa’daki Aydınlanmacıların Kuzey Amerika’daki yerli topluluklarından etkilenmeleri. Bu etkiden bu güne kadar söz eden kimse nedense hiç olmamıştı…
Kitabın yazarları, tüm dünyanın neden Avrupa modeline benzeyen ulus devletlerle dolu olduğu sorusuna cevap olarak; 200 yıllık çok kararlı emperyalizm, sömürgecilik ve soykırım sürecini gösteriyorlar.
Kitaptan insanoğlunun geçmişte bugünküne oranla daha az şiddete ve tahakküme dayalı, daha az zalim, daha eşitlikçi örgütlenmeler ürettiklerini anlıyoruz. Yani seçim bizim elimizde aslında.
Yazarların ikisi de profesör yani akademideler. Oysa akademiler tutuculuğu/statükoyu ödüllendiren kurumlar. Her ikisi de akademiye teslim olmadan oradaki varlıklarını sürdürmüşler.
Özellikle Brezilya’nın Yağmur Ormanları bölgesinde binlerce yıl önceki gibi yaşamaya devam eden topluluklar var. Bu topluluklar yeni dünyayı tanımalarına rağmen, bildikleri gibi yaşamaya devam ediyorlar. Özellikle rekabete karşılar. Termal sırtlarında yaşayan yörüklerin (hala varlar mı bilmiyorum), bizim yaşantımızı gayet iyi biliyor olmalarına rağmen bize hiç özenmemeleri, aramıza karışmak istememeleri de bu alanda verilebilecek bir örnek…
Tabii kısa vadeli seçim hedefleri tuzağına kıstırılmış politikacılarla, çok farklı yollara girebilmek pek mümkün görünmüyor, bu da bildiğimiz anlamdaki demokrasiyi tartışılır hale getiriyor.
Her Şeyin Şafağı kitabı, bu kötülüklerle dolu dünyaya mahkum olmadığımızı ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu bize delilleriyle anlatan bir kitap. Kitabın tümünü henüz okumadım, yazdıklarım kitap hakkında yazılmış yorumlar ve özetlerden aldığım bilgiler. Sanıyorum henüz Türkçeye çevrilmemiş ama ilgilenenler pdf’ini google çeviri kullanarak okuyabilirler…