
Türkiye ve dünya; sessiz ama derin bir demografik kırılmanın içinden geçiyor. Bu kırılma ne bir anda oldu, ne de sadece ekonomik dalgalanmalarla açıklanabilir. Doğum oranlarındaki düşüş artık geçici bir eğilim değil; modern hayatın ürettiği kalıcı bir sonuç.
O kadar ki TÜİK, doğurganlıktaki gerilemeyi daha görünür kılmak için verileri artık yıllık değil, aylık açıklamaya hazırlanıyor. Bu, devlet aklının meseleyi olağan bir istatistik değil, stratejik bir risk olarak gördüğünü gösteriyor.
Türkiye’de ilk yedi ay itibarıyla toplam doğurganlık hızı 1,36 seviyesine kadar düşmüş durumda. Nüfusun kendini yenileyebilmesi için gereken 2,10 eşiğinin üzerinde kalan il sayısı yalnızca 6. Bu tabloyla Türkiye, Avrupa ülkeleriyle aynı kulvara girmiş; hatta bazı göstergelerde Avrupa’nın da gerisine düşmeye başlamış...
*****
Meseleyi yalnızca “geçim zorluğu”, “kiralar”, “kreş masrafları” gibi başlıklarla açıklamak kolay ama eksik olur. Çin, Güney Kore, Singapur ve Rusya örnekleri bu kolaycılığı boşa düşürüyor. Bu ülkelerin tamamı doğurganlığı artırmak için doğrudan nakit destekler, uzun ücretli doğum izinleri, bedava kreşler, vergi muafiyetleri sundu. Buna rağmen sonuç değişmedi.
Güney Kore bugün kadın başına 0,70’in altına düşmüş doğurganlık oranıyla dünya tarihinin en sert demografik çöküşünü yaşıyor. Devlet her yeni doğan çocuk için ciddi teşvikler veriyor; ama gençler çocuk yapmıyor. Çünkü sorun artık para değil, hayat tasavvuru.
Baha, yoksulların çocuk yaptığı ama zenginlerin yapmadığı tezinin doğru olmadığını; ekonomisi zayıf ülkelerin değil, eğitim seviyesi yüksek ülkelerin çocuk yapmaktan vaz geçtiklerini söylüyor. Ekonomik seviyesi zayıf ama eğitim seviyesi yüksek olan Bulgaristan'da çocuk doğmamasını (1,70), buna karşılık zengin ama az eğitimli Suudi Arabistan'ın ise 2,30 oranıyla eşiğin üzerinde olmasını örnek olarak gösteriyor...
*****
Kadın haklarındaki ilerlemeler, eğitim düzeyinin yükselmesi ve şehirleşme, insanlık adına önemli adımlar. Ancak modern hayatın sunduğu bireycilik, konfor ve tüketim merkezli yaşam tarzı; aileyi, çocuk fikrini ve fedakârlığı geri plana itti.
Kadın artık sadece anne değil; çalışan, üreten, gezen, tüketen, kendini gerçekleştiren bir birey. Bütün bunlar bir kazanımmış gibi görünse de, bu modern sistem, anneliği yük, çocuğu ise kariyer engeli olarak tanımlıyor (yazıyı hazırlarken Yıldız bu cümleyi görünce itiraz etti: 'Çocuğun babası yok mu, ondan hiç söz etmiyorsun' dedi, kadın cenahından gelen bu itirazı da buraya not düşüyorum). Dünyaya egemen mevcut sistem, seçenek sunuyor gibi yaparken, fiilen tek bir “doğru hayat” dayatıyor.
Burada temel meselelerden biri de, medeniyetin ürettiği rol çatışması. Aileyi merkeze almayan hiçbir kalkınma modeli sürdürülebilir değil, bence. Modernite insanı, ne yazık ki, yalnızlaştırdı...
*****
Şehirleşme, doğurganlığın doğal düşmanı gibi. Küçük evler, uzun mesailer, trafik, pahalı yaşam… Çocuk, bu düzende “hayata uyumlu” bir unsur değil. Modern şehir insanı artık soyunu değil, konforunu sürdürüyor.
Kırsalda çocuk bir zenginlik; şehirde ise maliyet kalemi. Tüketim toplumu, çocuğu bir “gelecek” değil, bir “harcama” olarak kodluyor. Bu kodlama değişmedikçe teşvik paketleri sonuç üretmez...
*****
Birleşmiş Milletler verilerine göre küresel doğurganlık oranı: 1960’larda: 5, 1990’larda: 3,30, bugün: 2,20, 2050 tahmini: 2,10, 2100 tahmini: 1,80.
Bu, dünya nüfusunun artmaktan çok yaşlanacağı ve küçüleceği anlamına geliyor.
Türkiye’de tablo daha çarpıcı: 1994: 2,87, 2010 sonrası: Yenilenme eşiğinin altı, son yıllık ortalama TÜİK verisi: 1,48, son aylık eğilim: 1,36.
Avrupa’da Monaco dışında hiçbir ülke 2,10’a yaklaşamıyor. Buna karşılık Nijerya, Afganistan, Sudan ve Yemen’de doğurganlık 4’ün üzerinde. Yani dünya iki ayrı demografik geleceğe doğru gidiyor...
*****
Tarih bize şunu gösteriyor: Nüfusunu yenileyemeyen toplumlar, askerî ve ekonomik güçlerini kaybediyor. Roma’dan Bizans’a, Osmanlı’nın son döneminden Sovyetler’e kadar demografik zayıflama, çöküşün öncül işareti.
Bugün Rusya ve Ukrayna’nın yaşadığı nüfus krizi, sadece savaşın değil; yıllardır süren düşük doğurganlığın sonucu gibi görünüyor...
*****
Bugüne kadar dünyada denenen politikalar gösteriyor ki, sadece para dağıtarak ya da çocuk başına teşvik vererek bu tabloyu tersine çevirmek mümkün değil.
Türkiye için daha gerçekçi ve yapısal üç başlık öne çıkıyor:
- Aile merkezli şehirleşme: Mega kentleri büyütmek yerine, orta ölçekli ve çocuk dostu şehirler teşvik edilmeli. Ulaşım süresi kısa, yeşil alanı bol, kreşi ve okulu yürüme mesafesinde olan şehirler doğurganlık açısından önemli. İstanbul tipi hayat, çocuk düşmanı bir hayat.
- Çalışma hayatının yeniden tasarımı: Özellikle kadınlar için anneliği cezalandırmayan bir iş rejimi kurulmalı. Esnek çalışma, yarı zamanlı istihdam ve uzaktan çalışma bir “lütuf” değil, demografik zorunluluk. Kariyer ile annelik arasına set çeken sistemler doğurganlık üretemiyor.
- Kültürel dilin değişmesi: Devletin ve medyanın dili değişmeden bu sorun çözülmez gibi görünüyor. Çocuk sahibi olmayı “fedakârlık” ya da “yük” olarak kodlayan modern dil terk edilmeli. Daha az tüketen, daha sade ama daha anlamlı bir hayat fikri yeniden meşrulaştırılmalı.
Aileyi sadece özgürlük alanı olarak değil, aynı zamanda sorumluluk alanı olarak da yeniden düşünme zamanının geldiği kanısındayım...
*****
Özetle; doğum oranlarındaki düşüş bir “kadın sorunu” ya da geçici bir ekonomik kriz değil. Bu, doğrudan doğruya bir medeniyet tercihi. Modern dünyanın sunduğu hayat tarzı, insanı çoğaltmıyor; yalnızlaştırıyor, geciktiriyor ve sonunda vazgeçiriyor.
Veriler artık bağırıyor. TÜİK’in aylık açıklamaya geçmesi tesadüf değil. Türkiye, bu gidişle birkaç on yıl içinde yaşlanan, küçülen ve üretim gücü zayıflayan ülkeler ligine hızla yaklaşacak.
Odaklanılması gereken ise; çocuk sayısı değil, hayatın ne için yaşandığı sorusu. Bu soru cevaplanmadan, sanıyorum hiçbir teşvik paketi işe yaramaz...


