Bu hafta felsefi yada bilimsel bir yazı yayınlamayacağım. 17 ağustos 1999 depreminde enkaz altında kalmaktan ucu ucuna kurtulmuştum. Yaşadığımız depremde sadece ülkemizde değil, Suriye’de de çok yıkım olmuş. Yaşayan için oldukça zor bir olay. Korona salgınının üzerinden de çok zaman geçmedi. Bir kabusu yaşıyoruz. Dünya hayatı acılarla doludur. Ne yazılabilir ki böyle bir durumda? İlk günkü haberleri izlerken yıkımın boyutunu hayalimde canlandıramamıştım; sonradan işin çok daha büyük olduğunu anladım. Çok şey söylenebilir tabi. Ama söylenebilecek şeyleri böyle bir noktada söylemek ne kadar doğru olacaktır ki? Artık olan oldu. Bundan sonrası ise bizim elimizde. Geçmiş değişmez ama gelecek değişebilir. Tambora yanardağının patlaması nedeniyle hava birkaç aylığına soğumuş ve 1816 yılında hasadın iyi gelmemesi nedeniyle ciddi bir kıtlık olmuştu. Düşünmeliyiz. Abaküslerin üzerine ekleye ekleye akıllı telefona kadar gelebildik. Sabretmek çok zor. Acı çekilen anlar hiç kolay değildir. Ölüm, yalnızca bir andır. Peki ya kalanlar? Onlara ne olacak? Ölüm, kalanlar için çok daha zordur. Bir de evleri yıkılanlar başka şeylerle de başetmek zorunda. İnsan güçlüdür, ama doğaüstü boyutta değil. Korkunç bir dehşet ile karşı karşıyayız. Dünya aslında her zaman böyle bir yerdi. Ancak acıyı iliklerine kadar hissedenlere ne diyebiliriz ki?